Askeri öğrenim yolunu tutan Türk çocuklarında, hele İstanbul ve Rumeli şehirlerinde zabitlik (subaylık) hala onların başını döndüren bir şan ve şeref halesi içinde, yıldızlarla parlayan bir kahramanlık tacı gibi erişilmez bir şeydi. Halbuki orduda zabitler, aylar ayı maaş alamazlardı. Kalelerde, tabyalarda yıllar yılı çürütülürlerdi. Sarayın çevresine çöreklenmiş birtakım saltanat mensuplarının köşklerde, konaklarda zenci halayıklar, Çerkez cariyeler elinde soysuzlaştırılmış çocuklarına ise, daha küçük yaşlarından başlayarak askeri rütbeler, nişanlar yağdırılırdı. Bunlar, havadan kazanılmış bu süslerini, ya padişahın saray avlusundaki selamlık alaylarında figüranlık yapmak, ya da konaklarındaki cariyelerine caka satmak için kullanırlardı. Fakat Yemen'de, Havran'da, Kürdistan dağlarında, Arap çöllerinde isyanlar, ayaklanmalar peşinde aç, susuz, maaşsız sürünen hakiki subaylar; milletin öz ve fedai çocukları, hemen hiç bir karşılık beklemeden, mideleri boş, fakat ruhlarını, çocukluk çağlarının hala sönmeyen şan ve şeref duygularıyle doyurarak, unutulmuş, terk olunmuş olsalar da, ruh ve inançlarındaki değerleri kaybetmemeye çalışıyorlardı. Ülkenin bir ucundan diğer ucuna koşar ve erir dururlardı.