Kabuslu bir gecenin ortasında kan ter içinde uyandım. "Korkuyorum anne!" diye seslendim. "Birazdan geliyorum" dedi, gelmedi. Korkum yarım kaldı.
Bir sabah uyandığımda babamı ağlamaktan şişmiş gözleriyle salonda buldum... Kalbim ağrıdı ve "Neyin var baba" diye sordum. Cevap vermedi. Üzüntüm yarım kaldı.
Bir koltukta yan yana otururlardı bazen. Aralarında çaresizliğin oturacağı büyük bir boşluk bırakırlardı. Çocukluğum boyunca ne birbirlerine yaklaştılar ne de birbirlerinden çekip gittiler. Baktıkça kızardım. Onlar hiç görmezdi. Öfkem yarım kaldı.
Pazar günleri maaile evden çıkar, mutsuzluğumuzu gezmelere götürürdük. Pikniklerde, parklarda, akraba evlerinde "Onlar da bir tuhaftır" ailesi olarak boy gösterirdik. Başka ailelerin neşesine bakar, gözümü bize çevirecekken, görecek bir şey olmadığını fark edip yere indirirdim. Halimizden utanırdım. Onların ise halimizi görecek hali yoktu. Utancım yarım kaldı.
Şimdi aklıma geldi bak! "Perihan Abla" annem olsun isterdim. "Bizimkiler"deki Şükrü'nün de babam olduğunu hayal ederdim. Odamda saatlerce onlarla konuşurdum. Keyiflenirdim. Sonra bir koku gelirdi içeriye. Bizler gibi ailelerin evine sinmiş bir koku. Yıllarca ziyarete açılmamış ve doğru düzgün de havalandırılmamış bir müzenin kokusu gibi. Oyunun en güzel yerinde o koku odama dolardı. Oyunlarım hep böyle bir solukta noktalandı. Mutluluğum da yarım kaldı.
Bazen diyorum ki yaşasaydı böyle olmazdı. Yani ben böyle olmazdım. Ama yaşarken de ölü hatırlıyorum onu. Babamın cenazesini kaldırmadan önce o kendini defnetmişti sanki.
Benim çocukluğumdaki evim camdandı. Kırar kırar tekrar yapıştırırdık ailece... Babam kırılan camlardan odama ayna yaptı... Çocukluğumda az cam yutmadım ben. Kırık parçalar nefes borumu az tıkamadı. Konuşurken ondan zorlanırdım ben. Bağıramaz, haykıramaz, hıçkıra hıçkıra ağlayamazdım o yüzden büyürken. Çok batmasınlar diye yavaş yavaş yürürdüm. Temkinli, tereddütlü ve çekingen oldu yetişkinliğe geçişim. Duvarıma dost yumruğu yememek için arkadaşlardan uzak durdum. Bir gün birine sarılırsam batarım diye aşktan korktum. İnsanların üstüne dökülmemek için dertleşmedim kimseyle. Kırık aynamı göstermek için yüzleşmedim kimseyle. Ağzımdan dökülecek parçaları tutamam diye tartışmadım kimseyle. Kendimi korudum hep.
Bu sefer yorgun bir anneden doğuyorum. Hayatını iki oda bir salona hapsetmiş ve belki onu kurtarırım diye beni doğurmaya razı olmuş bir kadın bu seferki annem.
Bugün ilk defa alt alta, tekrar tekrar yazdım. "Benim evim neresi?"
İçimden cılız bir ses duyuldu ilk defa. Duydum. Bomboş bir odanın zeminine değen bir sandalye sesi. Karın boşluğuma yakın bir yerde sanki! İçimi sızlatan yaralarımın bitişiğinde. Hayal kırıklıklarımın kapısının eşiğinde. Kalbe yakın, ciğere komşu bir yerde. Vicdandan sonraki sol köşede. Boş bir oda. Odada bir sandalye. İçimde. Hayal meyal gözümün önünde. Bir rengi yok henüz. Bir kokusu, bir şekli, bir anısı yok odanın. Sandalye de belli belirsiz. Belki biraz otururum orada. Belki kendime soracak yeni sorular bulurum. Belki zamanla oraya yeni bir koltuk, bir kanepe, bir masa, bir halı atarım. Hep dışarıda aradığım evi içime yaparım belki.