Mânen belli bir olgunluğa ulaşmış bütün sâlih mü'minler sırf kendi kurtuluşlarıyla yetinmeyip etraflarında kurtaracak başka ruhlar ararlar. Zira kendi kurtuluşlarının, başkalarının da kurtuluşu için gayret etmekten geçtiğinin idrâki içinde yaşarlar. Bu vazifeyi en tabiî bir îman mes'ûliyeti olarak görürler.
Hakk'a yakınlıkta yüksek bir seviye kazanmış, takvâ ehli sâlih zatların gönül âlemleri, ilâhî hikmet ve hakîkat nurlarının aksettiği, mücellâ ve musaffâ bir ayna halindedir.
Hikmetin mutlak menbaı, Hakîm olan Cenâb-ı Hak'tır. Hikmetlerin gönle ilham olunup ifâdeye dökülmesinin yolu ise, takvâ tezâhürü sâlih amellerle kalben Cenâb-ı Hakk'a yakın olmaktır.
Hikmet, rûhun gıdasıdır. İnsan bedeninin hayâtiyeti için nasıl ki maddî gıdalara ihtiyaç varsa, mânevî huzur ve tekâmül için de hikmetlerde derinleşerek gönlü feyz ve rûhâniyetle ihyâ etmek zarurîdir.
Saâdetin şaşmaz kâidesi; aklı vahye tâbî kılmak, kalbi güzel ahlâk ile tezyîn etmek ve bu sâyede hayatın acı-tatlı sürprizlerine karşı rızâ gösterebilmektir.
İlmin gâyesi, bilgileri zihne istiflemek değil o bilgilerin ötesindeki sır ve hikmetleri kalbin idrak edebilmesidir. Bu da kalpte nûr-i ilâhînin tecellisi ile mümkündür.
Hikmet pınarları ancak tezkiye olmuş kalpte tecelli eder. Hem Allah'ın hem Allah Rasûlü (s.a.v)'in tezkiyesi ve terbiyesi altında, iç alemini mâsivâdan arındırabildiği nisbette selîm bir kalbe nâil olur.