“Saçma tiyatro’ geleneğinden beslenerek yaşamın absürdlüğünü, birey-birey, birey-aile, birey -toplum iletişimsizliğini vurgulayan birbirinden güzel öykülerle selamlıyorum sizi.
“Elalem örgütünün” dayattığı otoriteyi ve kabuğunu kıramamış bireyin içsel şartlanmalarını ironinin dayanılmaz hafifliği ile kuşatarak nahif ama çarpıcı cümleleriyle yerle yeksan eden Jane Bowles ile…
Niceliğin değil niteliğin öne çıktığı, rüzgarı yazmanın acı verici hazzından menkul öyküler.
Okumaktan en çok keyif aldığım Araf’tan “ikilemler” dünyasından seslenmiş bize.
Düş ile gerçeğin, dişil ile erilin, günahın baştan çıkarıcılığı ile arınmanın kefaretinin ve daha nicelerinin dualitesinden …
Demem o ki bunca edebi yeteneğine rağmen hayatı boyunca bir roman (Ağırbaşlı İki Hanımefendi), bir oyun (Yazlık Evde) ve bu kitaptaki altı kısa öykü harici bir şey yazmayan, tasarladığı iki romanını da tamamlayamadan felç geçiren Jane Bowles’ın literatüre armağan ettiği eserleri ıskalamayalım.
“Nefes” adıyla anılan ölümsüz bir varlığın (şahsiyetin ) rivayetleriyle selamlıyorum sizi.
Asırlar boyunca kimi yazılı kimi sözlü kaynaklarla bahsedilen günümüze de değişe dönüşe ulaşan birbirinden esrarengiz hikayelerle.
Kimdir bu Nefes? Gerçekten aramızda yaşamakta mıdır? Yoksa pireyi deve yapan zamanın mübalağası ile efsaneştirilmiş midir?
Son derece zarif ve alabildiğince incelikli bir eser ile selamlıyorum sizi.
Seyahatın gerçekten bir sanat olduğuna kalbinizi kani, aklınızı ikna edecek Alain de Botton’ın Seyahat Sanatı ile…
Bu metin bir yolculuk kitabı değil; adeta koca yaşlı şişko dünyamızı başka bir gözle keşif. Aynı zamanda bir içsel dönüşüm rehberi.
Yazar, aralarında Flaubert, Edward Hooper, Wordsworth ve Van Gogh’un da bulunduğu bir dizi sanatçı, yazar ve düşünürün de yardımıyla seyahatin güzel manzaralar görmekle ilgili olmadığını, aynı zamanda ruhsal ve kişisel bir yolculuk olduğunu iddia ve ikrar etmiş.
Felsefe ve sanatı ustaca harmanlayan Botton seyahatin dönüştüren doğasını fevkalade zeki ve samimi üslubuyla okuruyla buluştururken yolculukların derin anlamlarını aramaya davet ediyor.
Seyahat etmeyi sevenler ve yolun değil yolculuğun önemli olduğuna kanaat edenler için biçilmiş kaftan.
İlk romanı Permafrost’la ülkesinin son yıllarda en çok konuşulan yazarlarından biri olan Katalan yazar ve şair Eva Baltasar ile selamlıyorum sizi.
“İsyan ve nisyan” ı zarafetle buluşturan metin …
Permafrost
Permafrost…
Sürekli olarak donmuş halde bulunan toprak ve/veya kayaçlardan müteşekkil zemini ifade etmek için kullanılan bir terim. İlk kez 1947 yılında S.W. Muller tarafından ortaya atılmış bir terim üstelik.
Tıpkı ruhumuzun derinliklerinde donmuş halde var olan ve ne vakit eriyerek ortaya çıkacağı belli olmayan kimi duyum ve duygularımız gibi…
Tıpkı romanın anlatıcısı olan kadını mecazi olarak sarmalayan bir katman gibi…
Hiçbir yere uyum sağlayamayan, yaşadığı kişisel krizleri cinsellik, edebiyat ve sanatla savmaya çalışan bu kahraman, ailesindeki kadınların yol açtığı travmaları sevgili olduğu kadınlarla yatıştırmaya çalışıyor.
Peki, onu sarmalayan bu donmuş katman tahayyül edilen kadar sert mi?
Yoksa yaşanılan onca duygu ve ilişkiden, arayışında olduğu duygusal eksiklikten mütevellit çok daha mı kırılgan?
gizemli bir buz katmanının altında hassas ve tutkulu bir varoluş sorgulaması.
PermafrostEva Baltasar · Can Yayınları · 202419 okunma
Adadan adaya, sahilden sahile, koydan koya başkalık gösteren, karmaşık ruhunu asla anlayamayacağımız “Ege” ile selamlıyorum sizi.
Hataya tahammülü olmayan, kimi zaman kindar bir düşman kimi zaman kulaklara bir efsane fısıldayan Ege Denizi’nin Yosunlu Köy’ünden…
“Suyun mükemmel bir hafızası vardır ve sonsuza dek, eskiden neredeyse oraya dönmeye çalışır,” der #tonimorrison
Tıpkı Azra gibi… O da, tıpkı su gibi ait olduğu topraklara, Ege Denizi’nin terk ettiği Yosunlu Köy’ün kıyılarına dalgaların yeniden vuruşunu izleyebilmek için yola koyulur.
Azra, çıktığı bu macerada; hafızalardan silinen geçmişlere, kâbusların saklandığı yere ve can verdiği savaşta kimin galip geldiğini öğrenmek için rüyalara musallat olan bir denizcinin tuhaf hikâyesine şahit oluyor.
Bu bir özlem ve özveri hikayesi.
Sıradanmış gibi görünen gizemli olayları, karakterlerin gerilimleri ve iç hesaplaşmaları ile masalsı bir anlatı.
20. yüzyıl Alman tiyatrosunun temellerini atan Karl Georg Büchner ile selamlıyorum sizi.
Bütün toplumları etkilemiş Fransız Devrimi'ni ele alan #dantonunölümü ile tanınan yazarın uzun öyküsü “Lenz” ile…
“Fırtına ve Coşku” dönemi şairi ve yazarı Jakob Michael Reinhold Lenz, çılgınca saplantılardan kurtulmak üzere perperişan bir halde Vosges Dağları’na sığınır ve üç haftalığına papaz Oberlin’in misafiri olur. İşte, muhtemelen şizofreniden mustarip Lenz’i misafir ettiği süre boyunca şairin ruh halini ayrıntılarıyla kayda alan Oberlin’in günlüğü, bize Büchner’in Lenz’ini armağan eden kaynakların başında gelir.
Tam da temsil ettiği akımla müsemma, fırtınalı ve coşkulu ömründe akıl sağlığını tamamen yitiren J. M. R. Lenz, 4 Haziran 1792 tarihinde Moskova’da bir sokakta ölü bulunur;
gömüldüğü yer bilinmemektedir.
Modern edebiyatın leitmotivi olan kaygı, dünyaya fırlatılmış olma hissi, gerçekliğin parçalanması gibi temel ontolojik meseleler karşısında derin bir anlamsızlığa ve ıstıraba gömülen protagonistlerin öncülü sayılabilen bu eser Lenz’i ölümsüzleştirir.
Goethe ile yolları kesişmiş yazar onun “Yaşamımdan. Şiir ve Hakikat” adlı eserinden ilham almış. Goethe’nin Lenz hakkında yazdıklarını da okuyabileceğiniz bu yükte hafif pahada ağır ezber bozanı umarım teğet geçmezsiniz.