Napolyon Bonapart, “İnsanın olgunlaşabilmesi için acılarla yoğrulması gerekir çünkü o acılar hem taş, hem heykeltıraştır,” demiş.
Ne kadar acı verirse versin, yaşanan düş kırıklığı, insanı belli bir olgunluğa getiriyor
Hepimiz suçluluk duygularıyla, genellikle annelerimiz aracılığıyla tanışırız. Anneye karşı hissedilen küçücük bir öfke bile, insanın içinde işte böyle dağlar gibi suçluluk duyguları oluşturur.
— Herkes gibi sen de korkularında haklı olduğunu kanıtlamaya çalışmışsın. Nedir onlar? Ben aşağılık biriyim, kimse beni sevmez... Eğer bir şeyleri değiştiremezsen, benzer şeyleri çok sık yaşayacak ve böyle düşünmekte haklı olduğunu sürekli kendine kanıtlayacaksın.
— Nasıl Yani?
— Sen onun nasıl biri olduğunu başından beri biliyordun. Beraber olduğu her kadını aldattığı, aslında hiçbirini sevmediği baştan beri belliymiş zaten. İçindeki boşluk ve sevgisizlik dikkat et, seni öyle birine itiyor. Kaybedeceğin bir oyuna giriyorsun. Böylece içindeki korkular gerçekleşiyor ve bir de üstelik haklı çıkıyorsun. Şimdi ne diyor sana hayat: Haklısın, seni kimse sevmez.
— Bu sefer seninle gerçekten evlenmek istiyor olabilir mi?
— Hiç sanmıyorum. Hem artık o istese de ben onunla evlen mek istemiyorum ki...
— Neden?
— O beni sevmiyor, hiç sevmedi zaten. Ben bunca yıl beni sev diğini sandığım için oturdum onunla.
Umutsuz, karamsar bir ifade bu.
Öyle insanlar var ki, ne kadar kötüyseniz, onu ne kadar çok yaralayabiliyorsanız, size verdiği önem o kadar artıyor. Aşk bile geçmişte yaşananların ayak izleriyle oluşuyor.