İki kişilik bir yatağın ortasında yatmaya henüz alışamadım, kalabalıklara ve dolaba koyduğum bir şeyin bozulabileceğine henüz alışamadım. Domatesler kaldıkça eziliyor, biberler uçlarından siyaha dönük bir renk almaya başlıyor, peynirler daha katı bir hal alıyorlar. Şarap olduğu gibi duruyor, iki akşamda dibi görünüyor gerçi, şarap da sigara da hiç eksilmiyor. Her gün yeni kararlar alınıyor, çamaşırlar yıkanacak, çiçekler sulanacak, yatak odasında sigara içilmeyecek, mutfak toplu tutulacak, ev her gün süpürülecek, daha az içilecek falan filan yapılacak, falan filan düzenlenecek, bok püsür. Her gün yeni kararlar alınıyor ve her gün sadece kararlar alınıyor. Kalabalık hâlâ boğuyor, iki insan yüzü görsem, üçüncüsüne tiksinerek bakıyorum, huysuzluğum hiç eksilmiyor, aksine dolup taşıyor, taşıyor ve sürekli taşıyor. Sahte gülücükleri, sahte semimiyetleti ve asla tahammül edemediğim o “small talk”ları iyi beceriyorum, karşı evin inşaatı hiç bitmiyor, saçlarımı uzatabildiğim kadar uzatmayı düşünüyorum. Saçlarımı boynuma dolamayı, kendimi saçlarımdan asmayı, saçlarımdan boğulmayı, boğuldukça saçlarımı daha da uzatmayı düşünüyorum. Hâlâ tam karanlıkta uyuyamıyorum.