Jack London, şahsen en sevdiğim üç ecnebi yazarlardan bir tanesidir. Bir tanedir kendisi. Bu şah'eser' ise kendisinin yarı-otobiyografik romanıdır.
Martin Eden, sorgusuz bir zihinle ve cahilliğin doruğunda iken karşısına çıkan bir ''hazine'' sonucunda bilginin ve hakikatin yoluna çıkmıştır. Bu hazine aşktır, lakin entelektüel anlamda arada uçurumlar olmasına karşın kendisini bu aşka hasbel kader bırakmamıştır. İşte bu uçurumdur Martin Eden'i uzun yolculuğuna hazırlayacak olan.
Yoksulluğuna, barbar bir 18. YY Amerika toplumuna, geri dönen yahut yanıtlanmayan onlarca yazısına rağmen bu hakikat yolunda ümidini yitirmemiştir. Ayakta kalmaya çalışmıştır, ayaklarını kaybetme pahasına da olsa bunu yapmıştır. Elbette bu hakikat arayışının, yolculuğunun bir sebebi vardır. Eden, karşısına çıkan bu hazineye layık bir zihne ve tine sahip olmak uğruna hayatını yeniden inşa etmiştir. Öyle ki, hazinenin (aşkının) yanında kendisini sönük bir ateş parçası görürken daha sonra bir yanardağ olmuştur kendisi.
Sanıyorum ve umuyorum ki; okuyan her bir aydın zihin, Martin Eden'in ruhundan kendisine bir nebze dahi olsa bir pay yahut ders çıkartacaktır.
İnceleme haddini bulduğum bu şahesere daha fazla kelime yazmak bir israf olacaktır. Zira kendisi bir arayışın, eğitimin, mücadelenin ve salt intelijansiyanın romanıdır.
Eden, yola çıkmıştır fakat yoldan çıkmamıştır. Zira bu yoldur hakikatin aracısı, bu yoldur nihayetin olmazsa olmazı.
Ruhun Şad Olsun London...