“Bilseniz şiirin nasıl bir lisana muhtaç olduğunu bilseniz! Öyle bir lisan ki… Neye benzeteyim, bilmem?.. Konuşan bir ruh kadar açık olsun, bütün kederlerimize, neşelerimize, düşüncelerimize,
o kalbin bin türlü inceliklerine, fikrin bin çeşit derinliklerine, heyecanlara, öfkelere tercüman olsun; bir lisan ki bizimle beraber gurubun mahsun renklerine dalsın düşünsün, bir lisan ki ruhumuzla beraber bir matemin üzüntüsüyle ağlasın. Bir lisan ki sinirlerimizin heyecanına eşlik ederek çırpınsın… Hani ya bir kemanın telinde zapt olunamaz, anlaşılamaz, bir kaide altına alınamaz nağmeler olur ki ruhu titretir… Hani ya tan vaktinden evvel ufuklara hafif bir renk uyumuyla dağılmış sisler olur ki üzerlerinde resmedilemez, belirlenemez akisler uçar; nazarlara buseler serper… Hani ya bazı gözler olur ki sonsuz karanlıklarla dolu bir ufka açılmış kadar ölçülemez, nerede biteceğini anlamak mümkün olamaz, derinlikleri vardır, hissiyati yutar… İşte bir lisan istiyoruz ki onda o nağmeler, o renkler, o derinlikler olsun. Fırtınalarla gürlesin, dalgalarla yuvarlansın, rüzgârlarla sarsılsın; sonra veremli bir kızın yatağı kenarına düşsün ağlasın, bir çocuğun beşiğine eğilsin gülsün, bir gencin ümitle parlayan nazarına saklansın. Bir lisan… Oh! Saçma söylüyorum, zannedeceksiniz, bir lisan ki sanki tamamıyla bir insan olsun.”-