Sen sevgiline ne verebilirsin sanki? Kalbini mi? Pekâlâ ikincisine? Gene mi o? Üçüncü ve dördüncüye de mi o? Atma be adaşım, kaç kalbin var senin? Hem biliyor musun, bu aptalca bir laftır. Kalbin olduğu yerde duruyor ve sen onu filana veya falana vermiyorsun. Göğsünü yararak o eti oradan çıkarır ve sevgilinin önüne atarsan o zaman kalbini vermiş olursun.
İşte karşı karşıyasın. Haydi bakalım. Söyle söyleyeceğini. De diyeceğini. Dinler de. Tatlı tatlı dinler de. Sevgiden söz aç. Ne çıkar; o seni anlarsa değil, sen onu anlarsan bir şeyler olacak.
Nereden gelirse gelsin dağlardan, kuşlardan, denizden, hayvandan, ottan, böcekten, çiçekten. Gelsin de nereden gelirse gelsin! Bir hişt hişt sesi gelmedi mi fena. Geldikten sonra yaşasın çiçekler, böcekler, insanoğulları...
-Hişt hişt.
Birazdan yağmur dinecek, doğada her şey tazelenecek, derin derin soluk alıp verecek...Fırtına beni tazelemeyecek sadece. Gece gündüz yaşamımın geri dönmemecesine yok olup gittiği düşüncesi boğuyor beni. Geçmiş diye bir şey yok benim için. Aptalca, boş şeylerle harcanıp tüketildi çünkü. Şimdiki zaman, saçmalığıyla korkunç. İşte size benim yaşamım ve aşkım. Ne işe yararlar, ne yapayım onları? Size olan duygularım boş yere harcanıp gidiyor, bir çukura düşen gün ışığı gibi. Kendim de harcanıp gidiyorum.
》Korkmuyor musun?
》Benim de istediğim bu. Korkudan ürpermenin ne demek olduğunu yeniden bilmek istiyorum.
》Öyle bir masal vardı; okumuş muydun?
》Pek hatırlamıyorum. Belki bir gün bir kitap geçmiştir elime.
Sustuk.
Boston, yalnız yapayalnız devam etti yoluna.
Gölün maviliği yavaş yavaş, büyüye büyüye yaklaşıyordu. Onun sularında erimek, yok olup gitmek istiyordu şimdi. Yaşamak arzusu doğup doğup ölüyordu içinde. Tıpkı şahlanan, sonra düşen, kendi köpükleri arasından tekrar yüzeye çıkan dalgalar gibi...
Rüzgârın, görünmeyen bir saban demiri gibi suyun üzerinde oluşturduğu muntazam çizgiler üzerinde koşuşan köpüklü dalgalara bakacak, ağlayacak, bu dalgalara karışıp yok olmak isteyecekti.