Ölümlüler şöhreti böyle ele geçiriyor, diye düşündüm. Çok çalışarak ve kendilerini adayarak, yeteneklerine bahçeye bakarmış gibi bakıp güneşin altında ışıldamasını sağlayarak.
Korku üstüme kapandı, her dalga bir öncekinden soğuktu. Durgun hava cildimde süründü, gölgeler ellerini uzattı. Kendi kanımın gümbürtüsünden başka bir şey duymak için kulak kabartarak karanlığa diktim gözlerimi. Her an bir gece uzunluğunda gibiydi ama sonunda gökyüzü derinleşen bir renge büründü ve köşelerinden solmaya başladı. Gölgeler çekildi, sabah oldu. Her yerim tastamam ve el sürülmemiş bir halde ayağa kalktım. Dışarı çıktığımda orada sinsi sinsi dolaşmış ayak izleri, sürünen kuyruk izleri, kapıda pençe oyukları yoktu. Yine de kendimi budala gibi hissetmedim. Büyük bir sınav atlatmışım gibi geliyordu bana.
O kusursuz, boş odaların arasında kendimi öyle hissettim ki... ne bileyim. Hayal kırıklığına uğramış hissediyordum. Sanırım içimde hâlâ Kafkaslarda yalçın bir kayalığı ve karaciğerime doğru dalan bir kartalı umut eden bir yer vardı.
Âşık olduğum delikanlı nihayet ışıl ışıl parlıyordu, başka bir şey göremiyordum. Ona gösterilen her türlü hürmet, adına kurulan her sunak, peşini bırakmayan her hayran bana hediye gibi geliyordu bana çünkü 'O' benimdi.
Kesilecek olan kendisi olduğundan, bu söylediği tuhaf bir şeydi. Ama hoşuma gitmişti, sözleri bir sırdı sanki. Taş gibi görünen bir şeydi ama içinde bir tohum vardı.