Ölümü bir öte dünyanın yaşantısına atan dinsel ve ahlaki öğretiler ölümün bu
“dışsallığını” onun evcilleştirilmesi için bir çare olarak kullandılar. Hayatı ölümle
yargılamak... Ya da daha sofistike ve tek tek tüm bireylere kadar uzanan bir mutlak
Tanrı sorgulaması, Son Yargı... Hayatın artık bir sonu, bir amacı ve daha yüksek,
aşkın bir düzlemde yer alan bir hedefi vardı. Herakleitos’tan başlayarak Spinoza’ya
dek vardığını söylediğimiz “içkinlik” düşüncesi hep bu aşkınlık öğretisi tarafından
dinsel ve düşünsel bir baskı altında tutulmuştu.