Eski Ahit'e ve Yahudi kaynaklarına göre Abşalom, Kral Davut’un üçüncü ve en sevdiği oğludur. Davut’un en büyük oğlu ve Abşalom’un üvey kardeşi Amnon tarafından tecavüze uğrayan kız kardeşinin intikamını almak için bir davet verir ve burada Amnon’u öldürür. Daha sonraki yıllarda babası ile arası düzelir ve Kudüs’e geri döner. Ancak birkaç yıl sonra babasına isyan bayrağı açacak ve krallığını ilan edecektir. Rivayete göre babasıyla yaptığı savaş sırasında uzun saçları bir meşe ağacına takılır; kaçamaz ve babasının generali Joab tarafından öldürülür.
Faulkner bu romanında tıpkı daha önce okuduğum, ‘Ses ve Öfke’ ve ‘Döşeğimde Ölürken’ adlı romanlarında olduğu gibi çoklu anlatıcı kullanmıştır. Özellikle Ses ve Öfke’nin bir bölümünün tamamen anlatıcısı olan Quentin, bu romanda da en ön plana çıkan anlatıcı olmuştur. Ben burada her iki romanı da okumamış insanların okuma zevkini bozmamak için detay vermeyeceğim ama her iki kitabı da okuyanlar Quentin vurgusunun önemini kavrayacaktır. Bu yüzden sevgili dostlarım, şart olmasa bile bu romandan önce Ses ve Öfke’yi okumanızı tavsiye ederim.
Bu romanı bir nesneye benzetmek istesek kesinlikle soğan kelimesini kullanırdık. Gerçekten ilk başladığınızda sanki bir filmin yirminci dakikasında salona girmişsiniz gibi bir hisle başlıyorsunuz. Sonra sonra, soğanın kabuğu yavaş yavaş soyuldukça derinlere giriyorsunuz. En alt katmana geldiğinizde soğanın en acı ve keskin kısmı bünyenizi alt üst etmiş oluyor. Tüm o uzun cümleler, akan bilinç ve verdiğiniz emeğin acı meyvesini tatmış oluyorsunuz. Uzun cümleler demişken burada bir parantez açalım; 1983 Guiness rekorlar kitabına göre, edebiyat tarihinin en uzun cümlesi 1288 kelimelik yapısıyla Abşalom Abşalom!’a aittir (okuyanlar hatırladınız mı cümleyi italikli falan :) ) . Bu yüzden Aslı Biçen’e de bu güzel çevirisinden dolayı helal olsun demek gerekir.
Bu roman aslında insanların ahlak anlayışındaki ikiyüzlülüğü ortaya koyuyor. Faulkner gerek lümpen beyazların gerekse kodamanların sahip olduğu güneyli ahlakını yerin dibine batırıyor. Her zaman yaptığı gibi ırkçılığa karşı en yüksek perdeden haykırıyor. Karakterlerini satırlara yansıtırken de çok yönlü bir şekilde ortaya koyuyor. Mesela Sutpen, Rosa için şeytanın et ve kemiğe bürünmüş hali iken dede Compson’a göre iyi bir arkadaş ve yurtsever olarak görülebiliyor. Dolayısıyla romanın içine girdikçe kötülüğün kaynağını sorgularken kendinizi buluveriyorsunuz.
Bu kitabı okumanızı yürekten tavsiye ederim. Ancak biraz dikkatli, sabırlı ve yavaş okumanızı rica edeceğim. Çünkü inanılmaz derecede güzel bir başyapıt olmasına rağmen, hem yazım biçiminin zorluğu hem de alegorik yapısı nedeniyle kolay okunabilir olduğunu söyleyemeyeceğim. İyi okumalar, kitapla kalın.