Yazarın ilk okuduğum kitabı ve kitap hemen bittikten sonra bir rüyanın içindeymiş gibi büyülenmiş bir halde bu incelemeyi yazdığımı belirtmek isterim. Şöyle ki; ilk bakışta yazarın, İstanbul’un belli bir dönemindeki Boğaziçi Mehtapları’nda şahit olduğu yaşanmışlıkları anlattığı görülüyor. Fakat metnin derininde ölüm ve var olma, bir milletin unsurları, zaman kavramı gibi ve daha bir çok üstünde düşünülmesi gereken hususa değinmiş.
Yazar bunları yaparken öyle büyüleyici bir dil kullanmış ki arada eski kelimeler olmasına rağmen metnin anlam bütünlüğü içinde gayet anlaşılır, ahenkli ve akış içinde bir okuma deneyimiyle birlikte adeta metnin içinde kaybolup mucizevi bir şekilde Boğaziçi’nde mehtaplı bir gecede bahsi geçen hanendeleri dinlerkenki sükut içinde buldum kendimi.
Kitap uzun süredir kitaplığımda mevcut olmasına rağmen bir türlü okuyamamıştım ve başta anlatımın büyüsüne kapılınca nasıl bu zamana kadar okumamış olduğumu sorguladım ve fakat metnin sonuna geldiğimde bir kez daha anladım ki yazarın da dediğine benzer şekilde (“Ben, atinin vereceği manalarla dolu bu şeyleri o zamanlar da çözüp açamayacağımı bilerek, kim bilir, belki de bir gün, vadesi, zamanı gelince, anlayıp anlatabileceğimi belki tahayyül etmiş, belki de gizlice ummuşumdur. Fakat bunun için en çok zamanın yardımına ihtiyaç olduğunu duyuyordum.”) bazı şeylerin idraki ve kıymetinin anlaşılması için zaman gerekiyor.