Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

«KUDRETLİ ALBAY>> 27 Mayıs 1960 günü girişilen askerî darbe harekâtı kolayca başarıya ulaşmıştı. Memleketin idaresini «Milli Birlik Komitesi» adı verilen bir cunta üzerine almıştı. Komitenin kimlerden meydana geldiği uzun zaman açıklanmamıştı. Yeni yeni ortaya çıkıyordu. Fakat, -o zamanki deyimiyle- inkılâbın önde gelen şahsiyetleri belli olmuştu. Orgeneral Cemal Gürsel, zaten ilk günden belliydi. Albay Alparslan Türkeş ise birkaç gün içinde belirmişti. Zira Başbakanlık Müsteşarlığına getirilişi Resmî Gazetede yayınlanmıştı. Başbakanlık Müsteşarlığı, o günkü şartlar içinde, bir bakıma Başbakanlık demekti. Cemal Gürsel devlet başkanı, hükümet başkanı, yani Başbakan, Millî Birlik Komitesi başkanı ve Silahlı Kuvvetler Kumandanıydı. Tabii bu durumda her makamın işleriyle ayrı ayrı ve teferruatlı şekilde meşgul olması imkânsızdı. Onun için, Başbakanlığı fiilen tedvir edecek olan, müsteşardı. Yine, kısa zaman içinde, 27 Mayıs günü, Millî Birlik Komitesi adına radyoda konuşan ve inkılâbı millete duyuran zatın da Alparslan Türkeş olduğu açığa çıkmıştı. Türkeş'e artık «Kudretli Albay» adı verilmişti. Bu sıfat, Millî Birlik Komitesi içinde güçlü bir şahsiyet olarak belirmesinin deliliydi. Fakat, o kadar değil, Perde arkasında yeni siyasî oyunların tezgâhlandığı anlaşılıyordu. «Kudretli Albay» sözü, yıllarca önce, Mısır ihtilâli sırasında ilk defa kullanılmıştı. Mısır'da Kral Faruk ve onunla birlikte krallık rejimi devrildiği zaman, önde görünen ve ihtilâlin başı olarak tanınan kimse General Necip'ti. Ancak, General Necip, büyük bir hareketi omuzlayıp götürecek kapasitede değildi. Nitekim, Albay Cemal Abdülnasır'ın adı ortada dolaşmağa başlamıştı. Batılı gazeteler ona «Kudretli Albay» adını takmışlardı. Aradan uzun zaman geçmeden Albay Nâsır, ikinci ve kolay bir darbeyle General Necip'i işbaşından uzaklaştırmıştı. Artık Mısır'da Nâsır devri başlamış oluyordu. Yakın geçmişin bu ibretli hâdisesini hatırlatmak için «Kudretli Albay» sıfatını dillerine ve kalemlerine dolayanların maksadı açıktı: Orgeneral Cemal Gürsel'i kuşkulandırarak, itimat ettiği Alparslan Türkeş'le arasını açmak; Millî Birlik Komitesi'nde ayrılıklar çıkarmak; Türkeş'le onun çevresindeki idealist subayları tasfiye etmek. Bu sonuca varmayı kimler istiyordu ve niçin böyle hesaplara dalmışlardı? MİLLÎ BİRLİK KOMİTESİ'NDEKİ İKİLİK Milli Birlik Komitesi'ni meydana getiren 38 subayın kimler olduğu gün ışığına çıkarken, Türkeş'in de fikrî hüviyeti yavaş yavaş aydınlanıyordu. Bu genç subay -o sıralar 43 yaşındaydı- 1944'teki Türkçülük dâvasının sanıklarından biriydi. Tevkif edilmiş, yargılanmış ve sonunda beraat etmişti. Katıksız bir milliyetçiydi. Bu tutuklama dolayısıyla CHP iktidarının zulmüne maruz kalmış, haksız yere zindana tıkılmıştı. Çok iyi yetişmiş bir kurmay subaydı. Sadece kendi mesleğinde başarılı bir grafik çizmekle kalmamış, memleket ve millet meseleleri üzerinde de derinliğine incelemelerde bulunmuştu. Türklüğün mukadderatıyla ilgili yapıcı ve kökleşmiş fikirleri vardı. Bu açıdan bakarak, 27 Mayıs harekâtını alelâde bir hükûmet darbesi olarak değil, Türk milletinin ezelden ebede akan hayatı içinde önemli bir dönemeç, belki yeni bir çığırın başlangıcı şeklinde değerlendirdiği sezilebilirdi. Buna karşılık, MBK'ndeki subayların çoğunluğu için mesele hemen hemen bitmişti. İktidarı şu veya bu yolla İsmet Paşa'nın, yani CHP'nin eline teslim etmekle onların vazifesi tamamlanmış olacaktı. Demokrat Parti devrilmişti ya, memleket kurtulmuş ve gayeye varılmıştı. İsmet İnönü'nün ağzından düşmeyen «Seçimlerin bir an önce yapılmasında sayısız millî menfaat vardır» sözü, iktidar hevesinin kısa formülü halinde CHP'li yayın organlarının sütunlarında durmadan tekrarlanıyordu. Seçimler hemen yapılırsa ne olacaktı? «Demokrasi»ye sür'atli dönüşün tek ve sihirli yolu gibi görünen bu istek, uygulamada CHP'nin tek başına iktidar olması demekti. Zira, 27 Mayıs öncesi biri tasfiye faaliyette bulunan üç siyasî partiden edilmişti. Bu, hem en geniş oy kütlesine sahip olan, hem de iktidarda bulunan Demokrat Parti'ydi. Seçmenleri dağınık ve sahipsiz kalmıştı. Diğer iki partiden biri, Osman Bölükbaşı'nın CKMP'si idi. 1960'a kadar Demokrat Parti'ye karşı öyle hırçın bir muhalefet yapmıştı ki, siyaset sahnesindeki eski hasımlarının oylarını toplayabilmesi pek uzak bir ihtimaldi. Kala kala CHP kalıyordu. Mazisi eskiydi, iktidara susamıştı, maddî varlığı genişti, itibarı yeniden bir hayli yükselmiş olan İsmet İnönü'nün tartışmasız liderliği altındaydı. Üstelik, darbeyi yapanların sempatisi ile çevriliydi. Sempati, belki biraz nazik bir kelime; buna «himayesi» demek daha doğruydu. Bu durumda yapılacak bir seçimde, oyların küçük bir kısmının CKMP'ye, oldukça büyük kesiminin ise CHP'ye gideceğini kestirmek hiç de kehanet sayılmazdı. Belki oya katılma nispeti düşük olurdu ama, bu sessiz protesto da neticede yine CHP'nin işine yarardı. Böyle bir ortamda yapılacak seçim, demokratik ölçüler içinde ne derece meşrû olurdu, orasını düşünen pek yoktu. Bu tasarıların gerçekleşmesini önleyecek, belli başlı bir tek engel gözüküyordu : Alparslan Türkeş. Türkeş'in, siyasî hayatta yeni bir takım düzenlemeler yapmadan, ihtilâlin ve ihtilâl öncesinin millî bünyede açtığı yaraları sarmadan, yeni partilerin kuruluşunu gerçekleştirmeden CHP'nin istediği tarzda bir «acele seçim»e taraftar bulunmadığı rivayeti halk arasında yaygınlaşıyordu. Yaygınlaşan yalnız bu söylenti değildi. 1944 dâvası sırasında işkenceye tâbi tutulmuş, bu arada tırnakları kerpetenle sökülmüş. 27 Mayıs'tan sonra ismet İnönü ile ilk karşılaşmasında, sökülen tırnaklarının yerini ona göstermiş, İnönü fena halde ürkmüş, vb. Tabii bu ve buna benzer söylentiler doğru değildi. Fakat halk muhayyilesi öyle yakıştırıyordu. Bu yakıştırmanın temelinde, İsmet İnönü karşısında bir direniş sembolü yaratmanın ruhî ihtiyacı yatmaktaydı sanırım. 27 Mayıs'ı takip eden yaz ayları içindeki «ciddî yönelişler»in tam orta yerinde hep o «Kudretli Albay»ın üniformalı gölgesi hissedilmekteydi. «Hekimliğin sosyalizasyonu» da bu yönelişlerden biriydi. Atsız'ı çevreleyen havada o gün eksik bir şeyler vardı. «Hocânım»? Evet, o yoktu. Edebiyatla tarih arasında rakseden gençlik temayüllerimin bir ayağı eksik gibiydi. Haydarpaşa Lisesi'nden edebiyat hocam Atsız, işte burada, karşımdaydı. Ama, aynı liseden tarih hocam «Bedriye Hanım»> (galiba Atsız'ın söyleyişiyle ve bazı yazılarında kullandığı müstear isimle Tolunay Atsız) artık İstanbul'da değildi. Büyük oğlu Yağmur'la birlikte Almanya'ya gitmişti. Yağmur, orada yüksek öğrenimini tamamlayacaktı. Bedriye Hanım da, Milli Eğitim Bakanlığının oradaki bir dış görevine tayin edilmişti. Eksik olan bir şey daha vardı: Daima Hocânım'in çevresinde görmeye alıştığımız, eve teklifsizce girip çıkan komşu kızları... Ki, bunlar bahar çiçekleri gibi giyinir, duyulmayacak kadar hafif ayak sesleriyle gelip geçerken, Atsız'ın yaptığı şakalara küçük karşılık kısa cümlelerle veya kesik kahkahalarla verirlerdi. Kapının karşısındaki divanın köşesine çekilmiş, odanın o kısmındaki gölgeler arasında sanki kaybolmuş hissini veren ve daima susan birini hatırlıyorum. Ben içeri girdiğimde orada mıydı, yoksa sonra mı gelmişti bilmem, ama Atsız onu tanıtırken şöyle demişti: - Doktor Faruk Sükan. Hem hekimdir, hem belediyeci, hem de milliyetçi. Konya Ereğlisi'nde belediye başkanıymış. Tabiî ki 27 Mayıs gününe kadar. Dr. Sükan'ı ilk defa o gün, Atsız'ın evinde böylece tanıdım. Hep susuyordu. Vedalaşıp ayrılana kadar birkaç kelime ya konuştu, ya konuşmadı. 1961 seçimlerinde Adalet Partisi'nden Konya milletvekili olarak Meclis'e girdikten sonra, iktidarda veya muhalefette, Dr. Faruk Sükan'la defalarca karşılaştık. Seneler geçtikçe, onun hiç de öyle «sükûtî» (suskun) bir zat olmadığını, ilk tanıdığım günkü intibamda herhalde yanılmış bulunduğumu düşünmüşümdür. Sonra başka misafirler de geldi. Meselâ Orhan Şaik Gökyay ile hanımı. İngiltere'den geliyorlardı. Orhan Şaik, o sıralar, sanırım Londra'da görevliydi. Orhan Şaik Gökyay'ı bizim neslimiz daha ziyade «Bu Vatan Kimin?» şiirinden tanır. «Bu vatan toprağın kara bağrında Sıradağlar gibi duranlarındır. Bir tarih boyunca onun uğrunda Kendini tarihe verenlerindir.>> Sonra «Maraş Türküsü» ve başka şiirleri... Benim için Orhan Şaik adı, bunun da ötesinde bir mâna taşıyordu. «Dede Korkut» üzerine yaptığı ciddi bir tetkik, Atsız'ın da başka eserlerinin yayınlandığı «Aylıkurt Yayınları» arasında kitap halinde çıkmıştı. Lisenin 2. sınıfında iken, okulun temsil kolu tarafından oynanması için yazdığım «Deli Dumru!>> piyesinin hazırlanması sırasında bu eser üzerinde hayli çalışmıştım. Kitap bende ve tanıdıklarımda yoktu. Onun için, bazı günler, öğleden sonraları izin alır, Beyazıt'taki Umumî Kütüphaneye giderek orada çalışırdım. Belki bu hâtıranın sevkiyledir ki, Orhan Şaik'i görür görmez, o kütüphanenin loş okuma salonları hâfızamda canlanmış, çalışıp okuyanların üzerine şeffaf bir örtü gibi inmiş sessizliği benliğimde hissetmiştim. Orhan Şaik de 1944'teki Türkçülük dâvasının sanıkları arasında bulunuyordu. Ankara'da Konservatuar müdürü iken, Atsız, bu eski mektep arkadaşını ziyaret etmiş, hemen arkasından da 3 Mayıs nümayişleri meydana gelmişti. Bu kadarı dahi, Orhan Şaik Gökyay'ın tutuklanması için, o devrin anlayışına göre, yeterli bir sebepti. Sohbete, kalındığı yerden, devam edildi. Orhan Şaik, İngiltere'de hekimliğin sosyalizasyonu hakkında bildiklerini, gördüklerini anlattı. Orada bu konu yıllarca önce halledilmişti. Aksamadan da yürütülüyordu. Büyük savaşı başarı ile idare etmiş Çörçil'le birlikte Muhafazakâr Parti, top sesleri sustuktan sonra yapılan ilk seçimde devrilmişti. Atlee'nin İşçi Partisi hekimliğin sosyalizasyonunu gerçekleştirmiş; daha sonra iktidara yeniden gelen Muhafazakâr Parti de bu yolda yürümeğe devam etmişti. Bu modelin, Türkiye'nin millî bünyesine uydurularak tatbiki pekâlâ mümkün olabilirdi. O akşam üzeri Atsız'dan ayrılırken değişik duygular içindeydim. Niye böyle olduğunu kendi kendime soruyor ve cevabını yine kendim veriyordum : - Atsız, ihtilâl hükûmetine hissî bakımdan karşı değil. Onun karar ve tasarılarını, peşinen reddetmiyor. Tepki göstermiyor. Demek ki, CHP karşısında olduğunu bildiğim pek çok tanıdıkta müşahede edilen «reaksiyoner» bir tutum içinde bulunmuyor. Bunun sebebi, olsa olsa, karakterine ve dirayetine emin bulunduğu Türkeş'in, Millî Birlik Komitesi'nde tesir -ve belki nüfuz— sahibi bulunuşudur. Beni etkileyen ikinci husus, Atsız'ın memleket idaresiyle ve tatbikî meselelerle yakından ilgilenmeğe başlamasıydı. O güne kadarki konuşmalarımız, daha çok Türkçülüğün nazarî cephesi ile ilgili olurdu. Meşelâ, böyle sağlık hizmetleri ile alakalı bir konuyu tartışmak aklımızdan bile geçmezdi. Gözümüz 50, 60, belki 100 yıl ileriye çevriliydi. Şimdi ise günlük mevzularla haşır neşir olmağa başlamıştık. Türkçülük, Atsız demekti. Ondaki bu değişim, Türkçülüğün gelişmesinde yeni bir merhalenin işareti miydi acaba? Nereden bilebilirdik ki, İstanbul'da akşam güneşi son ışıklarını şehrin üzerine serperken, Ankara sabahlarına doğan her güneşle Millî Birlik Komitesi içindeki ayrılıklar derinleşmekte ve gittikçe şifasız hale gelmektedir.
·
408 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.