Ferit Edgü
Türk öykücü, şair, romancı, deneme yazarı.
Yazar ile coğrafyanın kader olduğu bir bölgeye yolculuğa çıkıyoruz. Hakkari kenti ve doğal şartların çizgisini çektiği bir on beş hanelik bir dağ köyü..
Eseri diğer metinlerden farklı kılan yönü drama ağırlıklı lirik dizeler ve ağıta benzer ezgilerin hakim olması ve okuyucu yüreğinden vuran ve de sarsan üslup ile yazılmış olmasıdır.
Bir diğer farklılık da yer yer okuyucu muhatap alması, yazarın kendi içsel monologlarında haklılık ya da doğrululuk ya da acizlik ya da çaresizliği daha etkili anlatmak için okuyucuyu metne dahil etmesi..
Bu eserde pek çok şeyin fotoğrafı gibi..
Neler görüyoruz, duyuyoruz..
Sessizliğin sesi, çaresizliğin sesi, ölümün kokusu; yaşayabilecekken doktor ya da sağlık hizmetlerinden yoksunluktan ölen çocukların kefensiz toprağa verilmesi, kadınların sessiz çığlığı; töre, daha doğarken borçlu doğma, vs vs.. daha da pek çok şey yazılabilir.
*Onlar..
Sözünün eri . Yalancı. Çıkarcı. Esirgemez. Korkak. İnatçı. Sabırsız. Bencil . Cömert . Öldüren. Ölen. Çaresiz. Çalan. Herşeyini veren
Karda çıplak ayakla yürüyen. Çaresiz. Esmer. Dağlı.
Erkeklerin gözleri sürmeli. Kadınların gözleri sürmeli. Kulakları
ve burunları küpeli. Alınları dövmeli .
*Burda, gelen gelir, alan alır, vuran vurur, vurulan ölür. Kim vurdu? diye sorarsın. Kimse bilmez. Herkes bilir. Hiçbiri ağzını açıp söylemez . Bırakırsın. Çünkü vuranı bir başkası vurur.
Diyeceksin ki, Peki hukuk nerde, kanun nerde? Dağın hukuku, kanunu da bu, öğretmen.
Bu satırlar arasında anlatıcının yani öğretmenin kendini bulma, kendini arama, ben kimin sorusuna bir cevap, kendi izini arayışını da okuyoruz.
Okurken eğer doğru bir zamanda okuyorsanız etkilenmemek mümkün değil..
Ancak bir yer var ki orada; o satırları okurken bir durdum. Nasıl yani sorusunu sordum kendime..
Bir ders sonrası...
*Dışarı çıkıyorum.
Kapının önünde duruyorum. Boynumda, uzun yün atkım. Kar dinmiş. Saçaktaki buzlardan tıp tıp sular damlıyor.
Güneş ve kar. Güneş yakıcı. Yakıcı dağ güneşi.
Sırtımı duvara veriyorum, gözlerimi kapıyorum.
Sanki kulaklarımı da. Çocukların sesini de
duymuyorum. Güneşin yüzümden başlayıp tüm bedenimi saran ısısının etkisiyle mi, yoksa, güzümü yumar yummaz kendimi mi ansıdım, bilmiyorum,
içimden, içimdeki boşluktan, ılık... ılık... bir şeylerin akmaya başladığını duydum.
Ilık ılık ve usuldan.
Bir yağmur damlasının camda süzülüşü gibi indi... indi... göğsümdeki boşluktan karın boşluğuma. Ve oradan kasıklarıma.
...
Sonrasında okuduklarımı öğretmenime yakıştıramadım. Öğretmenim Tanrı ya inanmasın, günahtan korkmasın; ancak muhtar isterse kendisi teklif etsin, satmak istesin çocuğunu; öğretmenimin arzusunun nesnesi kendi öğrenci olabilecek bir çocuk olmamalıydı.
Eserin bütününe baktığımda sevdim. Çok etkilenerek okudum.
Ferit Edgü ile bu eser aracılığıyla tanışmış oldum ki muhabbetimiz devam edecek ileri dönemlerde ..
Bir ağıt ile bitiriyorum
Oy ölüm
Yaşamın bir parçasısın kabul
Ama son bir parçası
Oy ölüm
Sevdiğimin korkususun
Ama en korkunç korkusu
Yatakta bul onu
Dağlarda değil
Kayadiplerinde gizlenirken değil
Sınırlarda değil
Ve kurşunlan değil
Benim yanımda uyurken değil
Benden sonra bul onu
Ki ben görmeyeyim öldüğünü
Oy ölüm
Can düşmanım
Ne kadar kısa yaşıyoruz
Ne uzun ölüyoruz
Oy ölüm
Sen de ölesin
Oy ölüm
Sen olmasan
Yaşam olmazmış
Oy ölüm
Olmaz olasın
Oy ölüm
Sen de ölesin
..
Hayır, bu gece elim-kolum kırık.
Ve sözcüklerim yetersiz, anlamsız, ölü.
Düğüm düğüm oluyorsunuz okurken.. çözülmek nasıl olur, bilmiyorum, ama o çocukların resmi, bakışı, kadınların resmi, o kadere baş kaldırmak isteyen, doğanın resmi, ve öğretmenin kendi izini arayışı.. çaresizliği yenmek isteyişi..
O*
sıfır mıdır..
Üçüncü tekil şahıs mıdır..
Dünya mıdır..
Geometrik bir şekil midir..
Nedir?
Cevap bulmak isteyenlere