"Uğultulu Tepeler" romanını okuyan kişiler beni daha iyi anlar. Özellikle girizgâh kısmında bana o kitabı anımsattı. Sanki korku romanı değil de klasik bir roman okuduğumu hissettim. Zaten yazarımızın ilerleyen sayfalarda "Uğultulu Tepeler" ismini sıkça dile getirmesinden esinlenme olduğunu algılayabiliyoruz. Kitaba genel olarak psikolojik ögeler ile zenginlik sağlanmıştı. Olay bütünlüğüne gizemli hava katabilmek için sayfalar arasına biraz merak tohumları serpilmişti. Olayların bu şekilde ilerlemeye devam edeceğini düşünüyordum. Ne olduysa 200. sayfaya geldikten sonra oldu. Klasik tadında ilerleyen eser birden gerilime evrildi.
"Tepenin üzerine kurulu eski bir ev, sis ve ay ışığı, âdeta Gotik bir romandan fırlamış bir gravür. Uğultulu Tepeler ya da Jane Eyre..."
Gerilim dozu çok yüksek değildi ama okuyucuyu tatmin edecek düzeydeydi. O nedenle kitabı olumsuz eleştirip "Okuduğum en kötü kitaptı." diyenlerin görüşüne katılmadığımı belirtmek isterim. Türün alışıldık yapısına farklı bir bakış açısı sunulmasını sevdim. Olay örgüsü genel anlamda başarılıydı. Karakter odaklı akıcı bir anlatım vardı. Kurguda yer alan gariplikler silsilesi kitabın karanlık tarafını temsil ediyordu. Karanlığın içinde belki de hayaletler bizi bekliyordu. Peki ruhumuzu ne zehirliyordu?
"AÇ GÖZLERİNİ"
Anlayacağınız üzere Doruk Mevki de kasvetli oyunlar daha yeni başlıyordu. Yeraltına gömülü mazi öyle ya da böyle intikam için tekrar yüzeye çıkacaktı. Yüzeye çıkmaya başladığında ise kan ile şiddet, rüya ve gerçek, delilik ve aklıselim birbirine girecekti.