Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

·
Puan vermedi
JUHANI PALLASMAA_TENİN GÖZLERİ
Juhani Pallasmaa ‘nın duyular mimarlığını ele aldığı bu küçük ama etkisi büyük kitabını okuduğunuzda şunu göreceksiniz , önsözün sahibi Steven Holl'un söylediği gibi; varlığımızın derinliği bugün ince bir buz üstünde duruyor… Kitap, ‘’Dünyaya Dokunmak’’ adlı giriş bölümüyle başlayıp, devamında ‘’1.bölüm’’ ve ‘’2.bölüm’’ olmak üzere ikiye ayrılıyor. Aslında Yedi Duyu Mimarlığı başlığıyla yayımlanmış bir denemenin ve ilk bölümün savlarını içeren bir seminerin sonrasında, pek çok mimarlık okulunda mimarlık kuramı derslerinin zorunlu okuma parçası olmasıyla doğuyor Tenin Gözleri. Görmeye öncelik verilip de başta dokunma duyumuz olmak üzere diğer duyuları dışarıda bırakan bu anlayışı yermek için gayet geçerli sebepler veriyor. Günümüzün mimari ve kentsel ortamının kendimizi yabancı gibi hissettirmesinin nedenlerinden birinin gözmerkezci yaklaşım olduğundan bahsediyor. Peki, ne demek istiyor? Görmenin diğer duyular üzerindeki egemenliği birçok filozof tarafından gözlemlenmiş ve eleştirilmiştir. Kitabın en güzel özelliği savlar, hem tarihi bilgilerle temellendiriliyor, hem de çeşitli isimlerden yapılan alıntılarla destekleniyor. Martin Heidegger, Michel Foucault, Jacques Derrida gibi isimler , 1.bölümünün alt başlıklarından ‘’Gözmerkezciliğin Eleştirmenleri’’nde , modern dönemin görme-egemenliğinin daha önceki zamanlarınkinden açık biçimde farklı olduğunu kabul ediyor. Aslında görmenin, önceleri egemen olan işitmenin yerini almasının yavaş yavaş olduğuna, sözlü söylemden yazılı söyleme geçişin özünde, sesten görsel mekana geçişin olduğuna ve yazıyla başlamış olan görme egemenliğine işaret ediliyor. Walter J.Ong ‘un söylediği gibi ‘’soğuk, insani olmayan olguların diretken dünyasıydı.’’ bu. ‘’Görme bizi dünyadan ayırır, diğer duyular ise birleştirir’’ diyor yazarımız. Tabii sayfaları çevirip satırları okurken, ilkin anlamlandırılamayabilir görme duyusunun bu denli yerilişinin nedeni. Üstelik Platon, görmeyi, insanlığa verilmiş en büyük armağan olarak görürken. Bunu yazarımızın ağzından virgül niteliğinde bir cevapla açıklayacak olursak; ‘’Bir kez daha vurgulayalım ki, görsel imgenin her yerde mevcut olduğu çağımızdan önce, görmenin mekaniğine bilinçli yoğunlaşma otomatik olarak diğer duyuların kesin ve kasıtlı biçimde reddedilmesiyle sonuçlanmıyordu. Diğer duyuların bastırılması ve özellikle gözün teknolojik uzanımları ve görüntülerin çoğalması yoluyla, gözlemcinin çevreyle bedensel ilişkisi kopmuştur.’’ O zaman önce konuyu daha insani bir yönden ele alalım. Aslında çoğu zaman gözlerimizi kapatma ihtiyacı duyarız öyle değil mi? Daha iyi duymak, koklamak veya hissedebilmek için. Romanlarda huzurlu bir an; kuş cıvıltıları, rüzgarın tenimizi hafifçe okşaması ve etrafı saran çiçek kokularıyla tasvir edilir hep. Görmek sadece bütünlük sağlar aslında. Kokuları almadan, rüzgarı hissetmeden, kuşları duymadan durup baktığınızı düşünün manzaraya, öylece. Film burada kopuyor gibi işte. Kitabın bazı sayfalarında kilit noktaları daha net anlamanızı sağlayan çeşitli görseller ve betimlemeler göreceksiniz. Bu sayede zihninizin ‘’ yazar burada ne demek istedi?’’ deyip çıkmaza girdiği o yerde, müthiş bir farkındalık yaratacak. Nasıl mı? En son paylaşılan alıntıdaki paragrafı tekrar okuyun ve otuz dördüncü sayfanın görseline bakın lütfen. Şimdi işin insani yönünü bir rafa kaldıralım. Mimaride de Walter Bennjamin’in sahici bir sanat yapıtının zorunlu bir niteliği olarak gördüğü şeyi olan ‘’Auara’’ duygusunu kaybetmesinin söz konusu olduğunu vurguluyor kitap. 1.bölümünün önemli alt başlıklarından ‘’Maddesellik ve Zaman’’da, bugünün standart yapılarının yavanlığını zayıflamış bir maddesellik duygusunun pekiştirdiğine değiniliyor. Yazarımız, mimarlığın soyu tükenme tehlikesi altındaki bir sanat haline geldiğini söylüyor ve ekliyor; ‘’uyduruk bir düş dünyasında yaşamaktayız.’’ ‘’Doğal malzemeler (taş, tuğla ve ahşap) , görüşümüzün yüzeylerinden içeri girmesine izin vererek bizi maddenin sahiciliğine ikna eder. Doğal malzemeler hem yaşlarını ve tarihlerini, hem de kökenlerinin ve insan tarafından kullanılmalarının hikayesini anlatılar. Ama bugünün makineyle üretilmiş malzemeleri (geniş cam paneller, emaye metaller ve sentetik plastikler) maddi özlerini ve yaşlarını iletmeksizin sert yüzeylerini göze sunarlar. Bu teknoloji çağının binaları çoğu zaman kasıtlı olarak her dem taze kusursuzluğu hedeflemekte ve zaman boyutunu, başka deyişle, kaçınılmaz ve zihinsel olarak anlamlı olan yaşama sürecini içlerinde barındırmamaktadırlar. Aşınma ve yaşlanmanın izlerine yönelik bu korku ölüm korkumuzla ilişkilidir.’’ Kitapta 2.bölüme gelindiğinde artık sert eleştiriler sakinleşiyor. Konunun derinine inen yazarımızın, duyuların etkileşimini gözden geçirerek mimari dışavurum ve mimarlık deneyimindeki duyu alanlarına dair bazı kişisel izlenimlerini aktardığını görüyoruz. Yine ilk bölümde olduğu gibi burada da konu, çeşitli alt başlıklarla ele alınıyor. Öncesinde girişte; görme algısının en önemli duyumuz olmasının fizyolojik, psikolojik ve algısal olgularda sağlam temellerinin var olduğunu, sorunun, dünya deneyimini görme alanına sınırlayacak biçimde diğer duyuların devreden çıkarılması ve bastırılmasından kaynaklandığı vurgulanıyor. Arkasından bu bölümün ‘’Merkezdeki Beden’’ adlı ilk alt başlığıyla karşılaşıyoruz. Bahsi geçen Merleau-Ponty’nin felsefesine göre ‘’ kalp nasıl organizmadaysa, bedenimiz de öyle dünyadadır: Görünür görüntüyü daima hayatta tutar, ona hayat nefesi verir, onu içeriden destekler ve onunla birlikte sistem oluşturur’’ Bedenin, yani biz insanların mimarlığın odak noktası olduğu hepimizin kabul ettiği bir gerçektir aslında. Tarih boyunca bizim ihtiyaçlarımız doğrusunda şekillenen bir mimarlık söz konusu olmuştur. ‘’Eski mısır hanedanlığından itibaren mimarlıkta insan bedeni ölçüleri kullanılmıştır. Modern zamanlarda insanmerkezli gelenek neredeyse tamamen unutulmuştur.’’ Yalnızca bedenin kütlesel varlığından değil zihinsel varlığından da bahsediyoruz. Her şey bizim bütünsel olarak oluşumuzla ilgili. Bir yapının insan bedeninden bağımsız var oluşunun hiçbir anlamı yoktur. Salına salına yürüyüp kapı eşiğinden geçen kedinin umarsızlığını bilirsiniz. Duygusallıkla iç içe bir eve mi yoksa duygusallıktan yoksun hissiz bir binaya mı girdi az evvel, bilemez. Yazarın anlatımıyla ; ‘’Beden salt bir fiziksel varlık değildir; bellekle ve düşle, geçmişle ve gelecekle zenginleşir.’’ Mearleau-Ponty'nin bir görüşünden daha bahsediliyor. ''Futbolcu kalenin nerede olduğunu bilmekten ziyade yaşayarak anlar. Zihin oyun sahasında ikamet edemez, 'bilen' bir beden sahada ikamet eder.'' Sanıyorum bu örnekle artık, taşları çok net bir şekilde yerine oturtuyoruz. Görme dahil tüm duyuların dokunma duyusunun uzantıları (tenin özelleşmiş halleri) olarak değerlendirilebileceğine değinen yazar, George Berkeley’in de ; dokunmadan kopuk bir görmenin ‘’uzaklık, dışarıdalık ya da derinlikle ve dolayısıyla mekan ya da bedenle ilgili hiçbir fikri olamaz’’ dediğinden bahsediyor. Ve ekliyor; ‘’Görme, dokunmanın zaten bildiğini açığa çıkarır. Dokunma duyusuna görmenin bilinçdışı olarak bakabiliriz. Gözlerimiz uzak yüzeyleri, hatları ve kenarları okşar ve bilinçdışı dokunsal duyum deneyimin hoşluğunu ya da nahoşluğunu belirler.’’ Bunların yanı sıra 2.bölümün alt başlıklarından bir diğeri de ‘’Gölgenin Önemi’’ dir. Burada loş ışık ve gölgenin imglelem ve düşlemi uyardığından ve aksi durumda yani homojen parlak ışıkta da imgelemin felç olduğundan bahsediliyor. ‘’İnsan gözü parlak gün ışığından çok alacakaranlığa ayarlıdır’’ diyor. ‘’Günümüzdeki devasa cam yüzey kullanımı binalarımızı içtenlikten, gölge ve atmosfer etkisinden yoksun bırakmaktadır.‘’ İlk yerleşim yerlerimizden olan mağaralar düşünüldüğünde, sahiden de özümüzdeki yaşam alanı, hem nispeten karanlık hem de doğayla iç içedir diyebiliriz. Şimdi neredeyiz? Kimimizin kendini bu gezegene ait değilmiş hissine kapılmasının, yabancılık çekmesinin, yaşadığı evin soğuk duvarlarına bakıp ‘’Ben neden buradayım?’’ diye sormasının sebebi biraz da bu olabilir mi? Bence kesinlikle olabilir. Neredeyse kime sorsanız bu ruhsuz binaların arasından sıyrılıp kendi kendiliğiyle kaçmayı düşlediğini söyler. Çünkü yazarın başından beri söylediği gibi, artık içinde bulunduğumuz çağdaş şehir, hızlı motorize hareket ya da uçakla bir uçtan diğer uca kuşbakışı kavrama yoluyla bedenden koparak gitgde bir göz şehri olmaktadır. ‘’Binalar, bedenin dili ve bilgeliğiyle bağlantılarını kaybettikçe, görmenin serin ve uzak diyarında yalnızlaşırlar. Dokunsallığın, insan bedeni için, özellikle de el için, üretilmiş ölçü ve detayların kaybıyla birlikte, mimarlık yapıtları itici biçimde düz, keskin kenarlı, maddesiz ve gerçekdışı oldular. Bu binalardaki çelişkili saydamsız saydamlık, bakışı; etkilenmemiş ve değişmemiş olarak geri yansıtır; bu duvarların arkasındaki yaşamı göremez, hayal edemeyiz. Bakışımızı geri çeviren ve dünyayı ikiye katlayan mimari ayna, tuhaf ve korkutucu bir icattır…’’ İşte mimarlığı tek bir duyuya endekslemenin doğurduğu sonuçları böyle açıklıyor Juhani Pallasmaa. Hiçbir duyumuzun yok sayılmaması gerektiğini anlıyor ve bir mekanın içtenliğinin yahut uzaklığının sebeplerinin gizli öznesini biraz olsun kavrıyoruz. Yapı bizim sesimizi duymalı örneğin, yutmamalı. Sağır olmamalı. Bir filmden saundtract'i çıkarıldığında sahne niteliğini, süreklilik ve canlılık duygusunu kaybeder deniliyor ''Akustik Samimiyet'' başlığının altında. Yada ''Koku Mekanları'''nda, kokuların mekanları nasıl özelleştirdiğinin farkında olmaya çağırıyor bizi yazar. Özel bir kokunun, retinal belleğimizin tamamen unutmuş olduğu o mekana yeniden girmemizi sağladığının bilincinde olmalıyız. Üstüne üstük bazı renklerin ve ince detayların oral duyumlar uyandırabileceğini de söylüyor ''Taşın Tadı''nda. Tüm bunları tanıyan bir mimarlığın var olduğunu savunan Juhani Pallasmaa'a acilen kulak vermek gerektiği düşüncesinde yalnız olmadığımı biliyorum. O halde, kitabın son alt başlığı olan ''Mimarlığın Görevi''nden bir alıntıyla nihayetlendirebiliriz konuyu. ''Mimarlığın ebedi görevi, dünyadaki varlığımızı somutlaştıran ve yapılandıran, ete bürünmüş ve yaşanmış varoluşsal metaforlar yaratmaktır ve mimarlık; kendimiz ile dünya arasında uzlaşma sanatıdır ve bu aracılık ancak duyular yoluyla gerçekleşir.'''
Tenin Gözleri
Tenin GözleriJuhani Pallasmaa · Yem Yayınları · 2011413 okunma
·
168 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.