Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Hakikat Sevgisi
Ebu Hanife'nin hakikat sevgisi, olayların arkasında yatan gerçek sebepleri arama ve öğrenme merakı, araştırıcı ve sorgulayıcı ruhu, şüphesiz ki onun ilmi yöneliş ve ilerleyişinin temel motivasyonununu oluşturuyordu. Hakikat arayıcısı için asıl olan yolda olmaktır, sonsuzluğa doğru yürüyüşünü sürdürmektir. Çünkü hakikat ne kadar elde edilebilir ise o kadar da ötede ve aşkındır. Hakikatten elde edebileceğimiz, arzu ve arayışımızın, niyet ve karakterimizin gücü ölçüsündedir. Özellikle karakter, gerçek bilgi için temeldir. Bu bakımdan, bilgi olarak elde edebildiklerimiz, hakikatin bizimle sınırlı olan kısmından ibarettir. Bunun ötesi için açık kapı bırakmak, bütün bir gerçekliği kendi öznel dünyası ile sınırlandırmamak ve Ebû Hanife'nin dediği gibi: "Bizim görüşümüz budur. Bu, güç yetirebildiğimiz en güzel görüştür. Kim ki bizim bu görüşümüzden daha iyisini bulursa doğru olan odur" diyebilmek gerçek bilim adamlığının en önemli özelliğidir. O hiçbir zaman kendi sini yanılmaz ve en doğruyu bilen tek otorite olarak görmemiştir. Ken-di görüşlerinin aynen benimsenip tekrar ve taklit edilmesini de doğru bulmamıştır. Derslerinde konuştuğu meseleleri not etmeye çalışan öğrencisi Ebu Yusuf'a şu uyarıda bulunduğu nakledilir: "Ne yapıyorsun öyle, benden her işittiğini yazma. Çünkü ben bu gün bir görüş ortaya koyarım, yarın ondan vazgeçerim." Hakikat sevgisi yalnızca doğruların peşinde olmayı, bilgiyi asıl kaynağında arayıp bulmayı gerektirir. Asıl olan doğru bilgi olunca, onu taşıyanın kim olduğu fazla önem taşımaz. İşte Ebu Hanife'de bu tavrı çok net olarak görüyoruz. İlmin herhangi bir sahasında uzman ve otorite olan birini buldu mu, her ne kadar bazı beğenmediği, kendi dini anlayış ve yorumuna uymayan sapık denebilecek inanç ve düşünceleri olsa da, ondan bilgi öğrenmekte bir sakınca görmemiştir. İşin doğru- sunu öğrenme ve öğretme dışında, farklı duygu ya da komplekslerin etkisi altında yürütülen ilmi tartışmaların, bilgi alış verişinin bilim ah-lakı açısından savunulamaz olduğuna inanıyordu. Bu yüzden de öğ rencilerini kelâmi meseleler ve tartışmalardan engellemişti. Kendisinin bu konularla meşgul olup, başkalarına yasaklamasına itiraz eden oğlu Hammad'a verdiği cevapta, onun bu yöndeki anlayışını çok açık olarak görebiliyoruz: "Evet, biz kelam meseleleri hakkında tartışıyorduk, fa- kat başımızın üstünde bir kuş varmış gibi aklımızın başımızdan uçma- sından korkarcasına, arkadaşımızın yanılmasından korkardık. Halbuki sizler kelami tartışmalara giriyorsunuz ve arkadaşınızın ayağının Kaymasını istiyorsunuz. Arkadaşının yanılmasını isteyen kişi onun kafir ve fâsık olmasını istiyor demektir. Arkadaşının kâfir olmasını istemekse küfürdür." O'nun bu yaklaşımı, ahlaki ilke ve boyuttan uzak bir bi limsel etkinliğin yakıcı etkisinin altını çizmesi bakımından büyük önem taşır. Bilimsel araştırma ve tartışma, kişisel komplekslerin yarışması ya da tatminine alet edildiği zaman bütün değerini ve saygınlığını yi tirmesi yanında, nesnel gerçeklerin açığa çıkmasına da asla yardımcı olmaz. Bu yüzden O'na göre etik ve ahlaktan yoksun bir bilimsel faali- yetin men edilmesi gerekir. Bilimsel tavır gerçekte, bir eğilimden ibarettir ve diğer bütün eği- limler gibi, kişilerde ne tam bir ayrıklık, ne de değerle tam bir uyum içerisinde asla ortaya çıkmaz. Normal şartlarda kendine hakim olma, day-ranış tutarlılığı ve hakikati söyleme tutkusu bilim adamının ahlakını karakterize eder. Bir ilim adamının düşünce ve araştırmalarına güç ve etkinlik kazandıran, bir bakıma, bu ahlâki değerlere uygunluğudur. Bilgi Ahlâkla bütünleştiğinde tam bir fonksiyon kazanır. Cesaret ve tu-tarlılıkla dile getirilemeyen doğrular, kolayca unutulmaya yüz tutar. İşte Ebû Hanife'nin ismini ebedileştiren, düşüncelerinin çok geniş insan kitleleri tarafından benimsenip uygulanmasına yol açan etken, bunların içerikleri kadar ortaya konuş tarzı olsa gerektir. Ondaki hakikat arzusu, hiçbir engele boyun eğmeyen bir açık yüreklilikle doğruları ifade etme ye yönlendiriyordu. Özellikle resmi makamların ortaya koydukları hatalı ya da isabetsiz hükümleri hiç çekinmeden eleştirebiliyordu. Daha da önemlisi ilmi kanaatlerini açıkça dile getirmesi ve savunması yanın- da, bunlara aykırı düşünce ve uygulamalara cesaretle karşı koymaya çalışıyordu. Yaşadığı dönemdeki devlet adamlarının bütün ısrarları- na resmi görev kabul etmemesi, tamamıyla ilmi kanaatlerine aykın bir duruma düşmeme kararlılığından ileri geliyordu. Hatta bu uğurda çeşitli eziyetler çektiği, işkencelere maruz kaldığı iyi bilinen bir husustur." İslâm Dünyasının birçok sıkıntısının, devlet adamlarının aydınlar üzerindeki tahakkümünden ve aydınların devlet adamlarına boyun eğmesinden kaynaklandığı dikkate alınırsa, bu tavrın ne kadar önemli olduğu daha iyi anlaşılır.
·
22 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.