İzmir’e iki yıl önce gelmiştim. Bu aynı zamanda benim büyük şehre ilk çıkışım sayılırdı. İzmir’den önce 8 ay Ankara’da yaşamıştım. Tabi ne kadar yaşamak denirse. Mesleğe yeni başlamıştık, yoğun eğitim temposu eğitimden arda kalan zamanda da yoğun çalışmalar. Başımı kaldıracak vaktim yoktu. Bunların yanında Eryaman da yaşamış olmamın da büyük etkisi vardı, yaşamış sayılmamam da. Eryaman başlı başına Ankara’dan ayrı bir yerdi. İzmir’e gelişimle ancak yaşadığımı hissetmeye başladım. Her ne kadar iş saatlerinde yoğun olsam da işlerden arda kalan zamanımı kendime ayırabiliyordum. O yıllarda bu kadar okuma eğilimimde yoktu, daha çok çevreyi tanımaya çalışıyordum. Elbette bu tanıma esnasında zamanımın çoğu dışarıda geçiyordu. Büyükşehir denilen yer çok kalabalıktı, çok fazla insan vardı. Ancak hiçbirisi birey değildi ya da herkes kendisi için bireydi, birbirleri için birer yabancıdan öte değillerdi. Bu da meslek hayatından öncesi köyde geçen bir birey olarak benim açımdan çok zordu. Köyde herkes herkes içindi. Hem başlı başına birer birey hem de diğer yaşayan insanlar açısından birer bireydiler. Herkes birbirinin akrabasıydı, eşiydi, dostuydu. Herkes hem eşit hem saygılı hem sevgiliydi. Büyükler büyüklük taslamazlar, küçüklükler küçüklüklerini bilirler, aynı zamanda da yaşıtı gibi herkes birbiriyle şakalaşabilir, sohbet edebilirdi. İzmir’deyse kimse kimseyi tanımıyordu, herkes birbirinin yanından geçip gidiyordu. Hiçbir bağları yoktu. Birey açısından doğadaki hayvanlardan, bitkilerden farksızlardı. Ben buraya ait değildim, olamazdım. Benim ait olduğum yer doğduğum yerdi. Ben köydeki o mikroorganizmanın bir parçasıydım. Bütünden kopmuş bir parça ne kadar yaşayabilirdi ya da bütün o parçasının boşluğunu doldurabilir miydi? İzmir’deki ilk yılımda defalarca köye gittim, ben oraya aittim. Oradayken tüm derdimi sıkıntımı unutuyordum. Şehre geldiğimde yenilenmiş gibiydim. Ancak bu yenilenme çok uzun sürmüyor, en kısa sürede yine köye gitmeden önceki stres yüklü halime dönüyordum. Bir yandan da şehir hayatına alışmaya başladığımın ve bu alışmayla beraber aitliğimin azaldığının farkındaydım. Şu an kendimi hiçbir yere ait hissetmiyorum. Ben artık ne köydeki mikroorganizmanın bir parçası ne de şehirdeki bir nesneyim. Ben arada sıkışık kalmış ölmüş bir hücreyim. Zehirlendim, mutasyona uğradım. Bu değişim neticesinde hiçbir yere uyumlu olmayan yeni bir hücre çıktı ortaya. Ne tamamen doğal ne tamamen yapay. Hiçbir ortama uyum sağlayamayan, sadece çeperine kapanıp kendisini yaşatmaya çalışan, tek doğal ortamı kendisi tarafından kendisine uyumlaştırılmış evi olan.
İşte Hasan Ali TOPTAŞ da bana bunları hissettirdi romanını okurken. O bir kustu ve zamanında yuvasından uçtu ancak ölümle döndü geriye. O muhteşem kalemi olan bir yazar. Bunu doğa tasvirlerinden ve o beyaz atı tasvir edişinde görüyoruz. Yalnız anne, babası ve doğa dışında ben bu romanda duygusal bir bağ göremedim. Sanki yazarda artık o mikroorganizmadan kopmuştu. Kendisini akrabalarına, eşine, dostuna uzak hissediyordu. Bir şehirli için köy doğa ve anne, babasıdır. Bir köylü içinse önemli olan toprak değil üzerinde yaşayan insanlardır. Romanda da daha çok doğa tasvirleri öne çıkıyordu. Hem de fazlasıyla.
Yalnız şunu da belirtmeden geçemeyeceğim. Hasan Ali Toptaş o üzeri tozla kaplanmış kelimeleri çok güzel kullanmış ve gün yüzüne çıkarmış. Kendisini yürekten kutluyorum, umarım böyle yazarlarımızın sayısı artar.
Herkese keyifli okumalar dilerim.