Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü, hem akıl çağıydı hem aptallık, hem inanç devriydi hem de kuşku, aydınlık mevsimiydi, karanlık mevsimiydi, hem umut baharı hem de umutsuzluk kışıydı hem her şeyimiz vardı hem hiçbir şeyimiz yoktu, hepimiz ya doğruca cennete gidecektik ya da tam öteki yana... (S/13)
Muazzam bir eser olduğunun ilk kanıtı bu giriş paragrafı... Zamansız, ölümsüz bir başyapıt... İki Şehrin Hikâyesi, Edebiyat dünyasının "Dickens'ın en büyük tarihi romanı", yazarın kendisinin ise "yazdığım en iyi hikâye", diye tanımladığı eser.
Paris ve Londra arasında geçen, onsekiz yıl Bastille Hapishanesi'nde yatıp çıkan Doktor Manette'le kızının kavuşmasıyla başlayan eser bir toplumun yaşadığı trajik panaromayı gözler önüne seriyor. Bastille olaylarının patlak vermesiyle başlayan Fransız Devrimi'nin ekseni etrafında biçimlenen eser muazzam bir aşka da tanıklık ediyor. Monarşi'nin beraberinde getirdiği 'alt sınıf, üst sınıf' farklarının insanlar üzerindeki etkisinden, çaresizlik ve yokluğun insan yüreğinde açtığı yaralardan, öfke ve intikam duygusunun canavarlaştırdığı topluluklardan, sevginin muhteşem gücüne uzanan, son sayfasına kadar sizi içine hapseden çok güçlü bir eser...
'Giyotin' adı verilen canavarın, ölmeden öldüren baskısı öyle ustaca betimlenmiş ki bu soğukluğu iliklerinize kadar hissediyorsunuz. Kapanan bir devir, yaşanmamış yaşanamamış hayatlar, yüzyıllar geçse de bitmeyen zulüm ve her ortamda yeşeren aşk ve sevgi...
Lucy ve Charles Darnay'in dillere destan aşkının gölgesinde kalan, kalbimi bıraktığım Sydney Carton...
"Bir gün yorgun bedenlerin dinlendiği yerde yeniden buluşacağız!" (S/411)
Sevgiyle...