Bir on yıl
önce, işkence ya da neo-Faşist partilerin Batı
Avrupa hükümetlerinde boy göstermesi imkansız
bir etik facia olarak, “gerçekten olamayacak” bir
şey olarak akıllardan uzak tutulurdu; ama bir kere
vuku bulduktan sonra derhal bunlara alıştık,
onları aşikar olaylar olarak algılamaya başladık.
Ya da 1992’den 1995’e dek süren meşum Saraybosna kuşatmasını hatırlayalım: Yarım milyon
nüfuslu “normal” bir Avrupa şehrinin kuşatılması, açlığa mahkum edilmesi, düzenli olarak bombalanması, şehirde yaşayanların keskin nişancıların açtığı ateşle terörize edilmesi, ...ve bütün
bunların üç yıl sürmesi, 1992’den önce, muhakkak ki, hayal edilemeyecek şeyler olarak görülürdü.