Özellikle İspanyol manastırı berbattır. Karanlıkta, sisle kaplı kemerlerin, belli belirsiz seçilebilen kubbelerin altında katedraller kadar yüksek, devasa sunaklar belirir; karaltıların ortasında zincirlerin ucundan büyük beyaz haçlar sarkar; dirsekierinden kemikleri, dizkapaklarından kemik zarları, yaralarından iç organları görünen, yaraları hala kanar gibi görünen, alınlarında yakuttan kan damlaları, gözlerin de elmastan gözyaşları bulunan, başlarına dikenli gümüş bir taç geçirilmiş, elleri altın çivilerle mıhlanmış o iğrenç ve muhteşem fildişi İsa'lar abanoz panonun üzerinde çırılçıp lak bir halde orada sergilenir. Islak gibi görünen elmaslar ve yakutlar, gölgelerinde böğürleri, göğüsleri çile gömleği ve demir uçlu kırbaçla yaralanmış, ezilmiş, dizlerinin derileri dua etmekten sıyrılmış bir halde bekleşen peçeli varlıkları, kendini evli sanan kadınları, kendini melek sanan hayalet leri gözyaşiarına boğarlar. Bu kadınlar düşünürler mi? Hayır. Arzu duyarlar mı? Hayır. Severler mi? Hayır. Yaşarlar mı? Hayır. Sinirleri kemiklere, kemikleri taşiara dönüşmüş, peçeleri gecenin karanlığından örülmüştür. Peçenin altında ki solukları ölümün hüzünlü son nefesine benzer. Hortlağı andıran bir başrahibe onları hem kutsar hem de korkutur. Orada lekesizlik vahşidir. İşte eski İspanyol manastırları böyledir. Bu acımasız mekanlar yobazlığın batakhaneleri, bakirelerin mağarasıdır