Abdurrahim Karakoç'un özellikle bu kitabı için hiciv, taşlama, siyaset filan demem lazım ama onlar benden çıkmıyor. Benden olmaz yani. Hem. Ne yalan söyleyeyim o pencereden bakacak olursam farklı şeyler söylerim. Ben ne olursa olsun nefret dilini sevmiyorum. Türk İslam Birliği diyecekse birileri bunun dili bu olmamalı. Hem dikkatimi çeken farklı şeyler de var bu kısımda. Yani. Lütfedip Türk Kürt Laz diye sıralamasında bile tuhaf bir tat var. Acayip. Neyse. Bazı şeylerin lütfu olmaz. Bazı duygular lütfen oluşmaz. O zorakiliğin tadı alınır muhakkak. Kürtlerin kompleksleri de, ben ırkçılık yapmam diyerek Kürt Türk denkliğini sözde bastıra bastıra söyleyenler de benzer şekilde tatsız geliyor. Düşünsene birine ben seni dengim olarak görüyorum diyorsun. Seni insan olarak görüyorum gibi bir şey. Ben arkadaşlarıma Türk mü Kürt mü diye bakmıyorum. Aklımın ucundan bile geçmedi şimdiye kadar. Yani hâliyle bu ayrımı fark edip de lütfedenlerde de iyi bir niyet görmüyorum. Ve hayır, bu ayrım zaten var safsatasına da inanmıyorum. Zaten olan bir şey neden sürekli gündem olur? İşte bu sözde iyi niyetli saçmalamalar yüzünden. Türkiyedeyiz kardeş, bitti bu kadar demeyen herkes bir parça suçlu. Ben kimseyi Kürt olmasına rağmenlerce sevmiyorum örneğin. Kimseyi Türk diye de özenle sevmiyorum. Daha çok insan olmakla ilgilidir bu durum. Bilmem anlatabildim mi... Bu hamur çok su götürür. Abdurrahim Karakoç çok iyi şiirler yazmış. Bir tarzı var. Kuvvetli. Dönemi ne kadar iyi okuduğunu da gerçekten bilmiyorum. O yüzden ben bu taşlamaların içindeki ocu buculuğu değil; edebiyatı, şiiri görmeye çalışarak okuyorum her zaman. Bunun tadı daha güzel. Hiç kimse kusursuz değil. Sempati kör etmemeli...
"Gönül penceremi dünyaya açtım;
Baktım manzaraya ben benden geçtim..."
Ana, baba vesiledir ortada;
Kim gönderdi? Nasıl geldin? De hele.
Et, kemik, kan mevcut durur mevtada;
Eksilen ne? Niye öldün? De hele.