Gönderi

...Arkadaşımla nehir kenarına ancak öğlen vaktinde varmıştık. Bir kenarda kumlara uzanmış kitap okuyordum. Yeni tanıştığım genç aklımdan daha yeni çıkmıştı ki, kitabımın üzerine bir gölge düştü; bu Cevher’in gölgesiydi! Hem yakıcı öğle güneşinden hem de kızgınlıktan dolayı yüzü kıpkırmızı olmuştu, gözlerini beni delercesine üstüme dikmişti. “Dün şeref yoksunluğu hakkında konuşmuştuk yanılmıyorsam! Bu davranışınızla düşüncelerimi doğrulamış oldunuz!” diye çıkıştı. Hayretten donup kaldım. İlk defa bu şekilde azarlanıyordum. Beni tanıyan herkes gayet iyi bilirdi ki, peşimdeki bir erkeğin bırakın azarlamayı, bana karşı çıkması bile her şeyin bitmesi demek olurdu. Ama bu sefer öyle olmadı. - “Ben, bana teklifte bulunanları kırmak istemediğim için, gitmeyeceğim halde buluşma tekliflerini kabul ettiğimi söylerim. Bana kalırsa bu bu bir inceliktir,” diye açıklamada bulunmak zorunda hissettim kendimi. - “Demek, bu konuda tamamen farklı düşünüyoruz küçük hanım...” diye karşılık verdi Cevher; ama bu sefer sesinde öfke değil hüzün vardı. “Sizi görebilmek ve bunları söyleyebilmek için bu saate kadar beklemiştim...” diye de ekledi. Bütün erkeklerin aynı olduğunu zannederken, Cevher’in bana böyle çıkışması doğrusu beni çok şaşırtmıştı. O zamanlar, sevebileceğim bir erkekte aradığım bütün özellikleri Lilian Voyniç’in Ovod” adlı romandaki Arthur karakterinde buluyordum. Solgun yüzlü Artur! İncecik parmaklarıyla çiçek yapraklarını okşayan, kalbinde her zaman dinmez bir sızı olan Artur! O kitabı ilk okuduğum ikinci sınıftan beri, Artur, rüyalarımdaki erkekti. Neredeyse kitabı ezberlemiştim ve alabildiğine umutsuzdum. Aradığım kişiyi bulamayacağımı düşünüyor, onu ancak düşlerimde yaşatabileceğimi sanıyordum. Hayallerimdeki gibi yüce duygulara sahip, müstesna ruhlu, yılmaz cesaret sahibi bir insan gerçekte var olabilir miydi? Bu konudaki bütün karamsarlığıma rağmen bu genç ilgimi çekiyordu. Öfkesinde çok samimiydi, daha da önemlisi tamamen haklıydı. İnsanlara acı vermemek gerekir! Hemen barıştık. Yerimden kalktım ve o günü onunla birlikte akşama kadar nehrin yeşil kıyıları boyunca yürüyerek geçirdim. Bir ara, her yanda peygamber çiçeklerinin yetiştiği bir alana vardık. Birlikte çiçekleri toplamaya başladık. İşin ilginç yanı, onun elinde tuttuğu buketin benimkinden çok daha zarif olmasıydı. Elimde tuttuğum çiçekleri görünce güldü bana. Gülüşü, nehrin dibi gibi berraktı. Güneş gökyüzünde değil de içinde ışıyormuşcasına parlak olan gözleri, şu masal gibi gözleri beni büyülüyordu! O bana bakarak gülmeye devam ederken, ben, “Nasıl da resmime benziyorlar! Bu gözlere dalıp, onlarda kaybolsam!” diye hayaller kuruyordum. Elimden çiçekleri aldı, kuru olanları ayıklayıp, geri kalanları tekrar düzenledi. Benim elimde her biri bir tarafa sarkmış duran çiçekler, onun ellerinde muntazam bir bukete dönüşüverdiler kolayca! Bakir arazilerde özgürce esen rüzgar, yüzlerimizi yalayıp geçiyordu. Biz ise taştan taşa atlayarak, bazen sekerek, bazen koşarak gezmeye, sohbet etmeye devam ediyorduk. Yüzlerce yıldır birbirimizi tanıyormuşcasına rahat anlaşıyorduk. Tek bir kelime yetiyordu kendimizi ifade etmek için. O günden sonra da konuşmalarımızdaki sadelik, bizi ömür boyu terk etmedi.
Alla Dudaeva
Alla Dudaeva
Milyon Birinci
Milyon Birinci
·
112 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.