Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

MÜTHİŞ BİR TREN Kıraathanenin camları önüne oturmuşlardı. İki arkadaştılar. Nargilelerinin marpuçlarını emerek susuyorlardı. Zayıf olan, lülenin ateşini nargilenin kehribar ağızlığıyla düzeltti. Bir-iki nefes daha çekti. Marpucu sardı. Nargileyi önünden itti. Bu, yüzü karanlık, karışık bir adamdı. Kalın kaşları vardı. Bu kaşların altında kirpiksiz iki kahverengi göz sanki bir boşluğa bakıyordu. Önündeki çaydan bir yudum daha aldı. — Rüyamda mı gördüm. Yoksa bir seyahatte mi başımdan geçti. Böyle şey olur mu, olmaz mı? Oraları geçelim. Böyle bir vakayı rüyada da görsem yine başımdan geçmiş sayılır. Başımdan geçmemiş olsa içimden, rüyamdan, hülyamdan geçer miydi? Küçük bir istasyonda tren bekliyordum. İstasyon Maltepe mi, Kartal mı, Pendik mi hatırlamıyorum. Yağmur durmadan yağıyordu. Bekleme yerindeki insanların hepsi mahzun, hepsi sarı, hepsi sükûtiydi. Raylar yağmurdan ve istasyonun sarı ışıklarından keskin keskin parlıyordu. Sağımda, yapraklarını çoktan dökmüş ağaç iskeletleri, karşımda, rayların ötesinde susmuş, kederli bir şehrin gökyüzüne vurmuş bulanık sarı ışığı, arkamda istasyonun sarı yolcuları, dört tarafımda sessizliğin içine düşen muttarit bir yağmur pıtırtısı. Beklediğimiz tren bir türlü gelmiyordu. Bir aralık ikinci mevki bekleme yerine girmiş, hiç konuşmayan yolcuların arasında, pencerenin önünde yağmura dalmıştım. Tam bu sırada istasyona bir tren geldi, durdu. Trenin geldiğini gören yolculardan hiç kimse yerinden kalkmamıştı. Ben kalktım. Perona çıktım. Trene doğru yürüdüm. Baktım, bu lüks bir trendi. Bütün vagonları yataklıydı. İçerde kitaplarına ve gazetelerine dalmış, lüks içinde, kadifelere gömülü insanlar oturmuştu. Tevekkeli ikinci mevki yolcularından kimse yerinden kalkmamıştı. Vagonların penceresinden profilleri gözüken yaşlı, genç yolculardan hiçbiri tenezzül edip de, bu sessiz istasyona başını çevirip bakmadı. Dikkat ettim. Bu kadar lüks ve kadifeler içinde olmasına rağmen bu trenin içindeki yolcular hep kederli insanlardı. Kimsenin yüzü gülmüyordu. Bir aralık vagonlardan birinde bir hareket oldu. Kısa boylu bir kadın ayağa kalktı. Camdan dışarı baktı. Sonra çıkma kapısına doğru yürüdü. Geldi, tam önünde durduğum kapıyı açtı. İstasyonda sanki bir simitçi, bir sucu arıyormuş gibi etrafa baktı. Ne sucu, ne simitçi göremeyince çekilirken yüzüne dikkatle baktım. İliklerime kadar ürperdim. Bu benim on sene evvel karımdı. Oydu. Muhakkak oydu. İşte beresi, işte beraber aldığımız, eşini hâlâ üzerimde taşıdığım pardösü. O gün satıcı kıza, “Olsun, n'olacak? Erkek pardösüsü olsun. Şimdi moda. Bana da ondan verin bir tane, aynı renk olsun," demişti. Aynı renk kumaştan, âdeta on iki yaşında bir çocuk pardösüsü denecek, beli kemerli, gri pardösüyü sırtına geçirmişti. Az daha “Nadide, Nadide!" diye bağıracaktım. Sonra aklım başıma geldi. Kendi kendime, “Hiç böyle şey mi olur?" dedim. "Olur a, başka bir kadın da böyle bir erkek pardösüsü giyebilir; başka bir kadın da bere takabilir." Kadın içeriye çekilmek isterken istasyon yolcularından birinin ayak sesiyle tekrar kapıyı açtı. Ayak sesi gelen tarafa doğru yine baktı. Oydu. Bu Nadide'den başkası olamazdı. Tıpkı onun gibi bakıyordu. Bu sefer kat'i olarak kaparken aralıkta bir çocuk hayali gördüm. Çocuk büyük, yeşil gözleriyle gözümün içine bakıyordu. Tiril tiril titredim... Bu oğlum Hasan'dı. Onu üç sene evvel kızıl elimden almıştı. — Hasom, Hasom! diye atıldım. Ama kapı kapanmıştı. Zorladım açıldı. Şimdi kompartımanların koridorundaydım. Mavi bir ışık etrafı sarmıştı. Hiçbir kompartımandan ses sada gelmiyordu. Bir kompartıman kapısını açtım. İçerde üç kişiydiler. Bir kadın, bir zabit, bir de lacivertler giymiş bir sivil. Sanki beni görmemiş gibiydiler. Zabitin omuzlarına attığı boz renkli kaput yamalıydı. Başında bir kabalak vardı. Kendi kendime, "Neden kabalak giymiş bu zabit acaba?" derken, dikkatle yüzüne baktım. Bu Çanakkale'de gözümün önünde vurulan en iyi arkadaşım Hüsnü'ydü. Elinde çakı, bir elma soyuyordu. İşini bitirince yanındaki kadın tatlı bir gülümsemeyle utanarak elmayı alınca, bu kadının da Hüsnü'nün ölümünden sonra verem olup ölen nişanlısı Mediha olduğunu gördüm. Nefesim kesiliyor, laf söylemek istiyor, söyleyemiyordum. Öteki sivil adamda kimi göreceğim diye, onun tarafına döndüm. Mektepteki musiki hocamızdı. Beni pek severdi. Genç yaşında bir fıtık ameliyatı sonunda ölmüştü. Öteki kompartımanlara da koştum. Bir tanesine daldım. Ölmüş olduklarını şimdi hatırlayabildiğim bir sürü tanıdık oradaydı. Konuşmadan yüzüme bakıyorlardı. Bir bana, bir de köşede yüzü okuduğu gazeteden gözükmeyen bir adama döndürüyorlardı gözlerini. Bu adamın yüzünü göremiyordum. Yalnız kır saçları görünüyordu. Gazeteyi şöyle bir kaldırdı. Babamdı. Rengi soluktu. Göz göze geldik. Yüzüme sanki kabahatliymişim gibi baktı. Bir şey söylemek, acı bir şeyler söylemek istiyormuş gibiydi. Sonra vazgeçti. Kaşlarını ben bir şey söylersem çok kızacakmış gibi çattı. Yine gazetesini yüzüne kapadı. "Baba!" diyebildim. Yerinde bir sarsıldı. Gazeteyi hışırtı ile açıp kapadı. Gözlerini, o çok çekindiğim baba gözlerini bir ilanın üstüne dikti. “Bir tek laf daha istemem, kâfi. Yaptığın terbiyesizliği biliyorum. Bir daha yapmamaya bak ve sus!” der gibiydi. Öteki, kendilerini çoktan unuttuğum ölüler gözlerini, babasına kafa tutmaya çalışan çocuğa, bana dikmişlerdi. Utandım. Kapıyı kapadım, çıktım. Öteki kompartımanlara camlardan baktım. Hep tanıdık ölülerdi. Birdenbire bir ufacık kompartımandan hafif hafif sesler geldiğini duydum. Kulak verdim. Karımın sesiydi. Birisine: “Böyle olmayacaktı baban, yazık! Çok yazık!" diyordu. Koştum, "Nadide, Nadide!" diye bağırdım. Küçük Hasan'ım beni pencerenin önünde görünce her zamanki gibi gülmek istedi. Sonra birdenbire yüzü buruştu, asıldı. Annesi kulağına bir şeyler söylemişti... Elini uzattı. Vagonun koridora açılan camının penceresini yüzüme çevirdi. Kapıyı zorladım, açılmıyordu. “Açın, açın!" diye bağırdım. “Nadide, Hasan, benim canım!" dedim. Cevap vermiyorlardı. Kapıya yumruklarımla vurmaya başladım. Camları yumrukluyordum. Kırılmıyordu. Koridoru çılgın gibi koştum. Bir memur bulup kompartımanı açtırmak istiyordum. Girdiğim kapının camından baktım, kimseler yoktu peronda. Yine karımla oğlumun bulunduğu kompartımana koştum. Eğilip istorun aralığından baktım. Onları gördüm. Ana-oğul birbirine sarılmışlardı. Karımın rengi korkudan bembeyazdı. Hasan sinmiş ağlıyordu. Bir memur bulur da kapıyı açtırırım diye istasyona indim. Biraz yürüyünce lüks tren hiçbir düdük çalmadan hareket etti. Koşmak, trene yetişmek istedim. Ama koşamıyordum. Ayaklarım sanki tutmuyordu. Olduğum yerde çivilenmiş gibiydim. Baktım, lüks tren, içinde ışıklar ve sessizlikler taşıyarak, yağmurla birlikte uzaklaşıp gitti. Adam susmuştu. Karşısındaki arkadaşı hikâyeyi kesmeden, sükûnetle dinlemişti. Yüzlerini tekrar caddeye çevirdiler. Dışarda yağmur şiddetlenmişti. Hikâyeyi dinleyen sordu: — Tren geçtikten sonra yağmur dindi mi? Hikâyeyi anlatan buz gibi soğumuş çayından bir yudum aldı. Başını kaldırıp sokağa, şarıl şarıl akan yağmura baktı. Cevap vermedi.
81 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.