Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

EFELYA'dan... ........ Elif, Ferhat'ı daha yakından tanımak için, çocukluğuna dair hatıralarını anlatmasını istedi ondan; sonra sesine bir avuç fesleğen katıp: “Dur, önce anneni anlat, çok merak ediyorum, yaşıyor değil mi?” “Yaşıyor değil mi?” cümlesiyle Ferhat birdenbire dağılmıştı. “Hayır, yaşamıyor; çocukken kaybettim onu...” “Özür dilerim hatırlattığım için, Allah rahmet eylesin. Anlatmak istemiyorsan zorlamayayım, üzüleceksin.” “Uzun yıllar oldu, gerçi yokluğuna hâlâ alışamadım ama eskisi kadar da ağlamıyorum artık.” “Canım, istersen bir başka zaman anlat; hem yanında olmak isterdim bunları dinlerken.” “Ayın karanlık yüzü gibi sonsuza dek saklanamaz acılar sevgili, hazır yaranın kabuğu açılmışken bırak kanasın...” “Canımsın, peki dinliyorum.” “Ah!.. Annem ki mor salkımlı leylaktı… ‘Arabanın ön tekeri nereye giderse arka tekeri de oraya gider.’ derdi ninem. Bunu söyledikten sonra da derin derin iç çeker, ‘Yok kızım, yok... Allah bazı kullarını ömür boyu sınıyor; sabrının haddini görmek istiyor.’ diye de devam ederdi kaderden, talihten yana yakınmasına. Annem, -ah o ilkyaz güneşi- ninemin söylenmelerine aldırmaz; ‘Biraz abartmıyor musun anne, aç değiliz, açıkta değiliz şükür.’ derdi her defasında. Çocuk ömrüm, sürekli şikâyet eden asık yüzlü ninemin karamsar şikâyetleriyle, yürürken toprağı bile incitmekten çekinen iyimser bir meleğin, ışıltılı ve geleceğe hep bir umut vaat eden ferah yüzlü annemin aydınlık cümleleri arasında geçti. Siyahla beyaz kadar birbirine zıt olan bu iki insanın nasıl olup da aynı kanı taşıdıklarını anlayamazdım. Babam ise gün boyu homurdanan kayınvalidesini değil, ipek sözcükleri kutlu kadifelere sarıp bir mücevher gibi sunan annemi dinlemek isterdi hep. Böyle durumlarda ninemin heyheyleri üzerine gelir, cinleri başına üşüşürdü. Bir yaz günü, ninem yatılı okulu kazandığımı duyunca dosta düşmana karşı övünülecek bir fırsat yakalamış olmanın dayanılmaz gönenciyle kurum kurum kurumlandı; dam başında guruldayan yaramaz bir güvercin gibi dolanıp durdu gün boyunca. Aylardan sonra gülümserken görmüştüm onu, bir an göz göze gelmiştik: “Vay çipil gözlü oğlan, şimdi sen okul mu kazandın gerçekten?” dedi sesinde kraliçe taç giyer gibi bir mağrurlukla. “Evet ninem.” dedim şımararak. “Demek bizim tarafa çekmişsin sen, amcaların olacak dürzülerde şuncacık akıl yok zira.” derken altın dişi parladı. “Yok mu hiç?” “Yok tabii... Koca adam oldular, üçü de bir baltaya sap olamadı. Unlarını, bulgurlarını göndermesek açlıktan geberecekler.” dedi övünç dolu bir sesle. “Biz zenginiz değil mi nine?” dedim aynı gururla. “Zenginlik malla, mülkle olmaz oğul; kuzuyken karnı doymalı insanın, kanaatkâr olunmalı, gözü doyacak insanın önce, yoksa ihtiyacın sonu gelir mi? Neyse, ne zaman gideceksin şehre?” “Okullar açılınca.” “Yani güzün, yolun açık olsun evladım; bak şimdiden söyleyeyim, ailemize zul getirme, aç kal ama kimselerden bir şeycik isteme, tamam mı?” “Arkadaşlarımdan da mı?” “Arkadaş dediğin insanın aynasıdır oğul, iyi çocuklarla arkadaş ol. Sen ona yardım edersin o da sana, hep bir taraf isterse denk yıkılır. Yani yakın arkadaşın hariç başka kimselerden bir şeyler isteme. İnsanoğlu acımasızdır, her iyilik kakınç taşır içinde, karşılıksız seven yalnız annedir, ninedir... En küçük bir fırsatta başına kakınç olur gördüğün iyilik. Anladın mı beni!” “Anladım nine.” demiştim ama ninemin kan çanağı gözlerinden ürküp “kakınç”ın ne olduğunu sormaya da cesaret edememiştim. “Sevdim Nine’yi…” dedi Elif gülümseyerek. “Tabii o da senin gibi kraliçe’ydi de ondan, kan çekti zahir?” dedi Ferhat, şimdi ikisi de acılı bir öykünün ön sözünde son gülüşlerini yaşıyor gibiydi. “Tatlı bir eylül günü babam beni yatılı okula bırakıp gidince yüzlerce şaşkın çocuğun içinde kendimi yapayalnız hissetmiş, bir uzun ağlamak için ıssız bir köşe aramıştım. O gün büyümüştüm aslında, onlarca çocuğun aynı odada sıkış tıkış yatırıldığı yüksek tavanlı beton salonun caddeye bakan penceresinden hüzünlü bir ay ışığı sızıyordu şimdi. Öğretmenlerin tembihi üzerine hiçbir şeye dokunmuyor, ay ışığını olsun görmek için bile perdeyi aralamaktan çekiniyorduk. Şimdi köyüm uzaklarda kalmış rengârenk bir kadife çiçeğiydi. Bütün gece annemi düşünmüştüm. Ah annem… Her sabah gövel gözleriyle ve yüzünde tarifsiz bir neşenin oylum oylum dağıldığı o tatlı gülüşüyle: “Benim paşam uyanmış mı?” deyişi ve benim ona uzun uzun nazlanışım… “Biraz daha uyuyayım anne.” derken onun varlığından ne kadar hoşnut olduğumu hissettirmek için sesime katabildiğim kadar sevgi katar, sanki konuşmaz da şımarık bir kedi gibi miyavlardım. Ardından, kuzine gürül gürül yanarken üzerinde ısıtılan taze bazlamaların ve fırında kızaran zeytinyağlı çöreklerin insanı yaşama sevincine davet eden kokularıyla uykuya elveda der; sobanın başına üşüşürdük. Kardeşlerimle en büyük zevkimiz, kuzinenin üzerinde kızarmakta olan karnı çizilmiş kestanelerin ilkin hangisinin yarılacağı üzerine bahse tutuşmaktı. Her defasında benim tahmin ettiğim kestane yarılır, bir alkış tufanı içinde ve elimi yakma pahasına kapardım kestaneyi, sonra da onların gözlerini düşüre düşüre bir çırpıda yutardım onu. Sabahın ilk ışıklarıyla komşu sesleri çoğalır; henüz birbirlerine “günaydın” bile demeden dertleşen, kocalarının fütursuzluklarını, çocuklarının zıpırlıklarını anlatan kadınların uzak bir iklimden seslenir gibi gelen kederli seslerini dinlerdim pencerenin kıyısında. “Dedikoduya meraklı olduğunu tahmin etmiştim.” dedi Elif muzip bir gülüşle. “Karıştırma şimdi.” “Ne diyordum, evet kahvaltılar… Kahvaltıda annem ısrarla süt içirirdi bize; ‘Ya anne bugün de çay içelim.’ dediğimizde o, ‘Hayır olmaz, çay da neymiş; çocuklar süt içmeliler ki zihinleri açılsın, bal yemeliler ki aklını kullanmayı öğrensin. Ya öğretmen bir soru sorar da bilemezseniz haliniz nice olur? Nineniz sizi tefe koyar vallahi.’ derken bir yandan da onun taklidini yapar: ‘Ferhat Efendiiii! Ailemizin şerefini iki paralık etmişsin bugün okulda!’ deyip basardı kahkahayı. Annem kahkaha atarken nasıl mutlu olurdum, anlatamam. Onu hep öyle hatırlamak isterdim. Sesi bir çağlayan gibi dökülürdü içime, kuşlar havalanırdı bir yerlerde, güneşler doğardı… Kuşkusuz bir insanın mavi göğü annesidir; geriye kalan her şey, o mavi gök altında yetişen rengârenk çiçekler...” “Ah senin şu akide dilin yok mu?” “Elif, havamı bozma da olayları hatırlayayım canım benim.” “Tamam sustum.” dedi şefkatli bir sesle. “Yatılı okulun ilk gün şaşkınlığı geçmiş, çocuklarla kaynaşmış, öğretmenlerimizle korku ve sevgiyle karışık bir duyguyla yakınlaşmıştık. Tam okula alışmış, büyük şehrin büyüsüne kapılmıştım ki bir sabah erkenden Müdür Bey’in beni çağırdığını söylediler. Yüreğim gürp gürp atıyordu. Korku içinde, suçunu bilememenin merakı ve verilecek cezanın boyutlarını tahmin etmekten yorulmuş bir çocuk olarak çaldım kapısını Müdür Bey’in. İçeriye girip babamı görünce sevineceğim yerde yüreğim cız etmişti. Olacakları hissettiğimden mi, yoksa onu çok özlediğimden mi bilmem babamın boynuna sarılmış; hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. Müdür Bey hiç olmadığı kadar bana sevecen davranmış, bizi baş başa bırakmak için olsa gerek, odadan çıkmıştı. Babam ısrarla gözlerini benden kaçırıyor, benimle beraber o da içli içli ağlıyordu. Babam o memleketin en sert adamlarından biriydi ve ağladığını bir gün olsun görmemiştim, ‘Neden ağlıyor ki bu adam şimdi?’ dedim içimden. Sonra, ‘Kötü bir şey oldu, evet kötü bir şey oldu!’ diye bağırmaya başladım; babam beni sakinleştirmeye çalışıyor, benimle göz göze gelmemeye dikkat ederek sessizce ağlıyordu. ‘Tanrım ne olur, ne olur, anneme bir şey olmasın, illaki bir şey olacaksa da nineme olsun, evet ona dayanabilirim. Hem o yaşlı ve sürekli herkesi azarlıyor.’ diye Tanrı’yla içimde sürekli pazarlıklar yapıyordum. ‘Ninem öldü, değil mi baba?’ dedim boynumu bükerek. Babam sanki aradığı sihirli bahaneyi bulmuş gibi başıyla ‘evet’ anlamında bir hareket yaptı, oh rahatlamıştım. ‘Benim annem ölmez ki, o hiç ölmez… O zaten melek ve melekler hiiiççç ölmez… Kardeşlerim deseniz hepsi de şeytana pabucunu ters giydirir, çocukların ölmesine ohooo binlerce yıl var.’ diye düşünüyordum. Okulumuz otogara yakındı, babamla el ele okuldan yürüyerek gelmiştik. Ben her şeye rağmen, eve gideceğim için tatlı bir sevinç içindeydim fakat babam hâlâ içli içli ağlıyor; gözyaşları sel oluyordu. Babamın kayınvalidesini bu kadar çok sevebileceğine inanmamakla kendimi suçluyor, ben onu teselli ediyordum şimdi. ‘Ama baba o da çok yaşlıydı, yaşlılar önünde sonunda ölür ki…’ desem de babam beni duymuyor; karşıya, Toros dağlarına doğru bakışları saplanıyordu. Yol boyunca neredeyse hiç konuşmamıştık babamla, ben onun çiğdem kokulu geniş ve ferah göğsüne burnumu dayamış bir halde uyuyor gibi yapıyor, o da bazen saçlarımı okşuyor, ara sıra yakamı düzeltiyor, bir yandan da siyim siyim ağlıyordu. Onun bu kadar ağlaması beni işkillendirse de ‘Ne de olsa evden bir candı, demek ki çok seviyormuş.’ diye kendimi avutuyor, ninemin tekrar dirilmemesi için de dua ediyordum. Sanki ninem ölmese annem ya da kardeşlerimden biri onun yerine ölecekmiş gibi, saçma bir denklem kuruyordum içimde. Kasabaya vardığımızda harman yerindeki kalabalığın içinde heyecan ve korkuyla annemi, kardeşlerimi aradı gözlerim. Bir ara ninemin sesine benzer bir ses duyunca bütün hayallerim yıkıldı. Ninem, elinden hiç düşürmediği abanoz ağacı bastonuyla orayı burayı işaret ederek sağa sola emirler veriyor; arada bir, çok bağırdıkları için ağıtçı kadınlara kızıyor, ‘Artık buralar benden sorulur!’ der gibi, o buyurgan sesiyle bağırıp çağırıyordu. Kardeşlerim dut ağaçlarının gövdelerine yaslanmış, yaralı aslan yavruları gibi ağlaşıyorlardı. Herkes tamamdı ama annem yoktu ortalıkta. ‘Annem, kalbim benim, mor salkımlı leylağım benim, lütfen çık ortaya!’ diyerek kalabalığı yararak ilerledim; ağıtçı kadınların önünde üzerine yeşil bir örtü örtülmüş ve sanki annemden daha kısa görünmesinden umutlandığım birinin baş tarafında siyah üzüm boncuklu yazmayı görünce ciğerim yerinden kopmuş, ağıtçı kadınlar susmuştu. Şimdi herkes geri çekilip bana yol veriyor, tekmil kasaba kocaman bir göz olmuş beni izliyordu. Kendimden beklenmeyecek bir cesaret ve olgunlukla cenazenin üstündeki örtüyü araladığımda sırlı sabahların o tatlı meleğiyle göz göze geldik. Gözleri açıktı annemin ve gülümsüyordu. Sanki yine, “ Uyanmış mı benim Paşam?” diyerek beni bağrına basacak ve ben o cennet kokularını doyumsuz bir iştahla içime çekecektim. Başını kucağıma aldım, hâlâ bir umut konuşmasını bekliyordum, gülkurusu dudakları aralandı ama hiçbir şey söylemedi. Sonra cevval bir kadın beni kenara çekip annemin gözlerini kapattı, çenesine tülbent bağladı, ağlayamıyordum, donmuştum. Annem demek gerçekten melek olmuş, Tanrı’nın yanına uçup gitmişti. Ağlayamamıştım, öylece bakakalmıştm ardından. Ölümün yanık bir ağıdı gibi dualar okuyordu beyaz sarıklı bir hoca, kırlangıçlar pike yapıyordu evimizin saçağına, bu defa onlara ekmek kırıntısı verecek ev sahibeleri de yoktu ama onlar yine de çığlık çığlığa ötüşüyordu.” Ferhat o meşum günü sanki yeniden yaşamış, telefonun ucunda en insani yanıyla sessizce ağlıyordu. Elif ilk defa, sevgilinin de herkes gibi bir insan olduğunu, onların da acıları olabileceğini ve bu acılar için ağlayabileceğine tanık olmuş, tuhaf bir suçluluk duyuyordu. Telefonun öbür ucundan aktarabileceği kadar şefkat aktarmak ister gibi, “Çok özür dilerim canım benim, seni üzdüm, bağışla beni.” dedi suçlu bir sesle. Ferhat izin isteyip telefonu kapattı, içindeki zehri kusmuş olmanın ferahlığıyla kanepeye kıvrılıp uyudu. *** EFELYA (roman) S.139-146
·
286 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.