Gönderi

·
Puan vermedi
Oblomov’un Ataleti
1800’lü yılların ortalarında yaşayıpta geleceği görmek bir kahin işi değil de nedir? Kimi yazarlar kendi çağını, kuşağını yazar hatta bazıları çok iyi yazar ve sadece yaşadığı o dönemi anlamak için o yazar’ı okumak kafidir. Kimi yazarlar da yaşadıkları çağdan bakıp ileriyi, çok ileriyi görerek yazarlar. Hatta öyle bir yazarlar ki, bizim Z kuşağını tıpatıp ifade eder gibi yazarlar. Ivan Gonçarov, günümüze kadar ulaşmayı başarmış efsane romanı Oblomov’u yazarken kırklı yaşlarındaydı. Yazar, ülkesinde o günün şartlarında yaşanan sorunları kaleme aldığında bugünkü dünyanın biz başıboş, aymaz toplumlarını da net bir şekilde ifade edeceğini tahmin etmiş miydi acaba? Oblomov ile Esenboğa Havalimanında uçuş saatini beklerken, kitapçı gezdiğim sırada tanıştım. Bugüne kadar okuduğum en kalın kitap olmakla birlikte, üç gün gibi çok kısa bir sürede bitirdiğim ender kitaplardandır. Yaşamının çoğunu bir kanepede geçirirek yüzlerce proje üretip, hiçbirini hayata geçiremeyen, tembellik ve üşengeçlikten ziyade bir atalet haliyle ömür tüketen Oblomov’u okudukça bir yandan sinirleniyor, bir yandan da ne zaman ayaklanıp, dünyanın kaç bucak olduğunu gösterecek diye merak edip heyecanla okumuştum. Oblomov, varlıklı, iyi eğitimli bir ailede doğup büyümüş, bir dediği iki edilmemiş, onlarca hizmetçi, uşak ve kahyanın olduğu bir malikane’de çocukluk ve gençlik çağlarını geçirmiştir. Anne-babası bu dünyadan göç edip, yetişkinlik çağlarına eriştiği anda, el üstünde tutulan genç adam, önceki yıllarında ailesinden miras kalan aymazlığın cezasını köhnemiş bir odada, üzerinde yırtık pırtık bir hırka ile kanepeye bağlı bir şekilde yaşamakla öder. Bu kanepeye olan bağlılık bir hastalık veya zorunluluktan ötürü değildir. Bu kanepe, Oblomov’un hayatıdır. Kitabı okurken bir “couch potato” havası da hafiften eser gibi oluyor. Fakat kitabımızın baş karakteri Oblomov, biraz da bana dokunmayan yılan bin yaşasın havasında olup sadece isteklerinin yerine getirilmesini beklerken günü bitirmenin derdindedir. Gonçarov’un aklından sayfalara yansıyan bu karakter ünlenmekle kalmayıp bir de ismiyle anılan yeni bir karakteristik özelliği de bize maalesef miras bırakmış oldu. Maalesef diyorum çünkü çağımız insanları teknolojinin yuttuğu nesneler haline bürünüp hareketsiz kalarak bir cihaza bağlı yaşayan nesnelere dönüşmüş durumda . Neden kitaptaki diğer karakter olan Ştoltz gibi dünyayı dolaşmayı, yeni yerler keşfedip başarıdan başarıya koşmayı değil de Oblomov’u örnek alıp gittikçe ruhunu tembelleştiren birine dönüştük diye merak ediyorum. “Oblomovluk” diye tarif ettiğimiz karakteristik özellik çağ atlayıp günümüze kadar ulaşmış ve bu özelliğiyle aşırı tembelliği vurgulayan bir kavram olmuş durumda. A Few Days in the Life of I.I. Oblomov ismiyle Rus yönetmen Nikita Mikhalov’un beyaz perdeye aktardığı kitap, başarılı işlerden biri olup romana bağlı kalarak anlatıyı sade bir şekilde seyirciye geçirmeyi başarıyor. Kitabın sayfa sayısının çokluğu nedeniyle kimsenin okumaya yeltenmediği bu esere, okuma zorluğu çeken insanların da ulaşmasını istemiş gibi… Neden peki? Çünkü günümüzün en çok şikayet edilen konusunu işlemesinden kaynaklanıyor. Eylemsizlik veya atalet durumu. Bu iki olumsuz kavram her ne kadar birey tabanlı işleniyor olsa da özelden genele doğru yayılarak toplumlar için de kullanılabilir. Bu yüzden, şöyle durup yaşadığımız ülkeye baktığımızda kim muzdarip değildir ki diye sormalıyız kendi durağanlığından, sıradanlığından veya aymazlığından. Peki çözüm? Çözümü binlerce hayali proje üretip, yerinden kıpırdamadan bir atalet haliyle ömür mü çürütmektir? Pekala hayır! Eğer çözebilseydi, atalet tanrısı Oblomov, bunu kendi yöntemleriyle çoktan çözmüş olurdu. Nedir bizi durağanlaştıran? Gittikçe tembelleştiren… Fiziksel hareketsizliğe, düşünsel tembelliğe, ruhsal durgunluğa sürükleyen şey tam olarak nedir? Hayat akıp giderken, zaman acımasız bir şekilde her an ömrümüzü geriye sarıyorken biz uzanıp bir kanepeye, hayali projelerin verdiği balon hazlarla nereye varabiliriz ki? Vücudumuzun bir yanına doğru yaslanıp hareketsiz durduğumuzda ya da uzunca bir süre hareketsiz kaldığı için uyuşan ayaklarımız gibi uyuşmuş bireyler olarak yaşamımıza nereye kadar devam edebiliriz? Memnuniyetsiz bir durumla iç içe olup, -mış gibi yaşayarak eylemsizlik akıbetine uğramış bir nesiliz. Bunu artık kabul edelim. Daha doğrusu bunu kabul ediyoruz. Oblomov gibi… Oblomov’da bunu kabul ettiğini kitap sayfalarının satır aralarında bizden gizlemiyor okuduğumuz zaman. Hayatı boyunca hep bir şeyleri birilerinden beklemeye alışmış insanlarla dolu çevremiz. Kendi başımıza yaşamayı, kendi hayatımızın idamesi konusunda söz sahibi olmayı, yolunda gitmeyen bir şeyleri düzeltmek için sorumluluk almamayı gittikçe içselleştiriyor, bir kanepenin bizi yutmasına izin veriyor ve direniş gücümüzü savsak düşüncelerle geçiştirerek bu hayatı yaşadığımızı zannediyoruz. Kitapta Oblomov’un içinde bulunduğu ruh halini ifade eden en güzel yerlerden biri de belki de sevdiği, aşık olduğu kadına karşı bile içinde bulunduğu ataletten dolayı kavuşamaması ve en yakın arkadaşının kollarına bırakışı örnek verilebilir. Zorlukları görüp geri çekilmek, içinde bulunduğu şartları kabullenip tükenmeyi beklemek, esirlik duygularla hareket edip kendilerini bir hayal hapishanesine tıkmak, yaşama karşı kayıtsız olup bidolu aymazlıkla çevresine duyarsız hale gelmek, çaresizce kabul ediş ve mücadele ruhundan yoksun olmak çağımız kuşağını anlatmıyor mu sizce de? İşte bu yukarıda sayılan özelliklerin hepsi Oblomov’un karakterinin özeti ve şu an içinde yaşadığımız çağın insanlarının kısa bir tanımı. Devekuşları, yumurtalarını kontrol etmek için başlarını kumun altına gömerler; bu hikayeyi hepimiz biliyoruz. Fakat devekuşunu o an gördüğümüz de aklımıza ilk gelen çevresine kayıtsız olup, saklanmayı deneyen şapşal bir kuştur bizim için. Aslında o devekuşuna ithaf ettiğimiz özellik bizim kendimize konduramadığımız bir özelliğimiz. Devekuşu’nun kendi dünyasında o hareketin kendince bir anlamı var ama ne yazık ki biz kendimize yakıştıramadığımız bir özelliği hiçbirşey’den haberi olmayan bir kuşa mal etmeye çalışıyoruz. Bu aymazlığın utancı bir bakıma… Oblomov gibi bizler de çaresizce çamura batmış bir araba lastiği gibi patinaj yapıp duruyoruz. Direksiyonun başında, ısrarla gaza basıp, olduğu yerde dönüp duran lastiğin çıkmasını ve yol almayı umuyoruz ama nafile! Ne yapmamız lazım? Arabadan inip bir çare üretebilmeliyiz. Bir eylemde bulunmalıyız. İlk eylem belki de “farkındalık” olmalıdır. İçinde bulunduğumuz atalet’i fark ederek araç kapısını açmalı, araçtan inip lastiğin bulunduğu yere bir bakmalıyız önce, ardından bir sert plaka ya da tahta ile lastiğin alt kısmına bir düzenek kurmalıyız ve yeniden bulunduğu yerde çukura batmış lastiği oradan çıkarmayı yeniden denemeliyiz. İkinci eylemimiz “deneyimleme”yi getirir ve gözlerimizi açıp engellerimize karşı bizleri birer canlı kılar. İnsan, düşünebilen ve düşüncelerini eyleme dönüştüren varlıklardır. Oblomovluk ise insan’ı nefes almanın dışında başka bir işe yaramayan canlı olarak tasvir etmekten başka bir şey değildir kendi tabirimce. Çağımız, gittikçe artan bu karaktere sahip insanların konfor alanlarından çıkmayıp korku ve kaygılarına çözüm arayamayışı ile dolu. Sahip oldukları ümitsizlik duygusunun artmasından ve kitlelere yayıldığında gelecek nesillere neşesinden yoksun bir dünya bırakacaklarından kimsenin haberi yok! Şimdiden hissetmiyor muyuz ruhlarımıza yapışan mutsuzluğun ruhumuzu emip geriye sadece neşeden yoksun gözler bıraktığını… Çıkın ve insanların gözlerine bakın, anlayacaksınız ne demek istediğimi.
Oblomov
Oblomovİvan Gonçarov · Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları · 202139,6bin okunma
·
126 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.