Ah, söze nereden başlasam bilemiyorum. Bir insanı sadece sizinle olan iletişimi ile tanıyamazsınız, illâ ki bir topluluk içinde görmek gerekirmiş. Sanırım ben de artık Sabahattin Ali'yi tanıyorum diyebileceğim bir nebze. Zira bugüne kadar yazdığı her şeyi okumak biraz tek taraflı imiş. Şimdi anlıyorum.
Nasıl da seviliyor, üstelik öyle ilginç ki. Nihal Atsız ve Nazım Hikmet mektuplarını yanyana gördüğünüzü düşünün. İkisi de sevgilerini iletiyor kendisine. Gerisini siz düşünün..
Öğrencilerinin, dostlarının, akrabalarının sevgisi ve ilgisi ise öyle güzel ki. İnsan üzülmüyor değil, günümüzde iletişim şansımız bu kadar arttığı için mi sevgi ve ilgiler bu kadar azaldı? Şimdilerde kimse kimseye "gözlerinden öperim" demiyor. Halini merak etmiyor kimse kimsenin, sürekli 'takip edilip 'beğenilmek'' yetiyor mu sahiden?
"Bana mektup yaz, bana her hususta mutlaka mektup yaz, bana uzun mektup yaz" diyor her firsatta sevgili Sabahattin Ali. Kendimi ona ne kadar da benzetiyorum. Ben de bir isteğim olup olmadığını soranlara "mektup!" Diyorum her fırsatta. Boşuna değilmiş her yazısında kendimi bulmam. Ruhumuz kardeşmiş bilhassa. En azından bu hususta. (Nasıl da özeniyorum böyle kelimeler ile derdini dökebilmelerine. Kitabı her elime aldığımda büyük bir hızla değişiyor kullandığım kelimeler.)
Kitaba gelince; okurken bir parça rahatsızlık duyduğum oldu. Bu kadar özeline girmek doğru mudur bilemedim. Mesela Ayşe Sıtkı İlhan'ın bir mektubunda söylediği "Bugüne kadar kaç kişi ile evlenmek istemişsindir, sınırsız!" Kısmını bilmeli miydim? Emin değilim. Fakat bildiğim bir şey var ki bir kez daha samimiyetine hayran oldum. Ve bir kez daha yanlış dönemde yaşadığım için üzüldüm.