Paul Auster uzun zamandır duyduğum, merak ettiğim fakat bir türlü okumaya fırsat bulamadığım bir yazardı. Sürekli “Acaba hangi kitabından başlamalıyım?” diye düşünerek uzatıyordum bu okuma sürecini. Ancak geçenlerde tesadüfen “Son Şeyler Ülkesinde”den bir alıntıyla karşılaştım ve ilk olarak bu kitabı okumaya karar verdim.
Kitap Anna adında genç bir kızın mektup niyetiyle yazdığı bir defterden oluşuyor aslında.
“Senin anlamanı beklemiyorum. Sen bunların hiçbirini görmedin, hayal etmeye çalışsan da yapamazsın” diye başlıyor mektubuna Anna.
Bence Auster’ın burada kastettiği biziz. Yani okur. Sizin anlamanızı beklemiyorum diyor Auster; çünkü siz bunların hiçbirini görmediniz…
Ve sonra bir yerde ekliyor: “Kaybolanı aramaya kalkışarak boşuna zaman harcamamak gerek. Bir şey bir kere kayboldu mu, gitti gider.”
İşte buradan sonra yazar kaybettiklerimizden yola çıkarak kaybedeceklerimizin altını akıcı, özenli bir üslup ve tatmin edici bir kurguyla çiziyor.
Anlatılan dünya o kadar olası ki. Yaşamanın külfete döndüğü bir dünyada, ölümden çıkar sağlayanlar… Ölümü bile yasaklara bağlayanlar… Tükenmişliğin getirdiği yoklukla saldırganlaşanlar… Çaresizce bekleyenler… Masumiyetin anlamını, yaşamak uğruna yitirenler…
Anlatılan her şey karakalemle çizilmiş “bugün”ün, gelecek çerçevesine yerleştirilmiş hali gibi.
Ve insan olmak: Yaşama gayesi… Umut etme ihtiyacı…
“Ama umut yok olunca, herhangi bir şey ummak umudu bile yitince, insan ortaya çıkan boşlukları doldurmak için düşlere, çocukça düşüncelere, olmayacak masallara sarılıyor.”
Bizi anlatıyor Auster, Anna’nın dilinden. Bizi bir dünyanın içine koyup oradan el sallıyor: ‘İşte siz böylesiniz diyor.’ Ve bunu öyle inandırıcı yapıyor ki okurken ‘İşte biz böyleyiz’ diyorsunuz…
Kitap umutları, kaçışları, kaybetmişlikleri ve yaşamanın meşru kıldığı yanlışlıkları anlatırken bizim alışkın olduğumuz distopyalar gibi isyanlar çıkmıyor, insanlar ayaklanmıyor ya da bir kıvılcım parlamıyor.
Hayır. Bunların hiçbiri olmuyor. Düzen(!) olduğu gibi devam ediyor. Herkes bir şekilde uyum sağlamaya çalışıyor, yapabilenler boşluklardan yararlanıyor. Kaçma ve kurtulma umudu hep var belki ama o zamana kadar tutunmalılar yaşadıkları dünyaya.
Sahi biz de böyle değil miyiz? Ne kadar sevmesek de, istemesek de, uygun bulmasak da, yargılasak da kurtulmaya çalışsak da devam etmiyor muyuz yaşadığımız hayata? O sevmediğimiz hayatta, sevdiğimiz küçük şeylere tutunmaya çalışmıyor muyuz?
İnsan olmanın bir adı da bu değil mi aslında? Alışmak. Alışmaya çalışmak. Alışmaya alışmak…
İşte Auster bunu bildiği için kitapta büyük aksiyonlar olmuyor; hayatlar devam ediyor, insanlar umut ediyor… Ve her şey bittiğinde, kaybedecek bir şey kalmadığında kalanlar umuduyla birlikte sessizce ayrılıyor…
Ben kitabı gerçekten çok beğendim. İnsanın çelişkileri, neden olabilecekleri ve her şeye rağmen içinde barındırdığı yaşama içgüdüsü ve bu içgüdüyle yapabilecekleri çok güzel yansıtılmış. Umarım siz de beğenirsiniz. İyi okumalar.