İki gündür kaç defa oturdum masama, inceleme adına bir şeyler yazmaya çalıştım, defalarca karaladım sildim, olmadı. İnceleme yazmak değil niyetim, sadece hissettiklerimi paylaşmak.
Kendimi daha zarif hissediyorum kitaptan sonra. Evet daha zarif, daha hassas. Ve Nazan Bekiroğlu okuyabilen erkekgilleri anlamak için bu nadide türleri dikkatle korumak ve tüketmemek gerektiğini düşünüyorum artık.
( Burak’ a kocaman selamlar).
Yıllar önce nette Bekiroğlu için yazılan kendisine hayran okurlarının yorumlarını okurken rastlamıştım bu cümleye :
‘’Morun asilliğinin ispatı vücudu’’ ..
Neden mor hiç düşünmedim. Nazan Bekiroğlu deyince aklıma mor orkide gelir. Her toprakta biten papatya değil. Menekşe ya da karanfil de değil. Bakımı zor, dili hassas. İşte bence Bekiroğlu her ortamda, her vakit okunabilecek bir yazar değil sanki. Dopdolu bir zihinle araya sıkıştırılabilecek kitaplar değil, şöyle koskocaman yer açmalı önceden. Çünkü sonra cümleler dalga dalga büyüyor insanın içinde. Ve bence devamlı okunası da değil, demlenmesini beklerken uzaklaşılası :)
Bir de yıllar önce nerede okudum hatırlamıyorum, renklerin tasavvufi manalarını okurken dikkatimi çekmişti. İki ucun rengidir mor. Fani- baki temsili . Uç ruhların temsilidir diye. Nazan Bekiroğlu okurken hem ölesiye yoruldum, hem de garip ama dinlendim. Sanki merakla morun binbir tonuyla çevrili koca bir aleme girdim de, içeride gözlerim de gönlüm de yoruldu biraz. Paragrafların içinde bile uçlar, hatta cümle içlerinde kelimelerde bile. Bir tarafı dünya, bir tarafı ukba. Bir tarafı yerme, bir tarafı övme. Biraz deniz biraz toprak?? Ben de gittim geldim uçlar arasında, yoruldum habire dinlenmek için.
Edebi yönüne inceleme yazmak haddim değil elbet, konusu hakkında belki dilim dönerse. Sayfa sayfa kelimelere bile sindirilmiş uçlar içinde koskoca alemler.. Yeri geldi 'Zindan Risalesi'ni okurken; elinden kalemi ve kağıdı alınan şairlerin yazamadığı dizeler oturdu içime, yeri geldi hapishane duvarları oldum mahkum yazarların gözyaşları ile nemlenen. Yeri geldi Piraye’yi, yeri geldi Berin Hanım’ı dinledim açık hapishane mektuplarında aşkı sorgularken, yeri geldi intiharla tarihe geçen yazarların mezarlarını gezdim kutsal emanetin ağırlığıyla. Denizin sesini duyar oldum, toprağın kokusunu. Anlamadım da bu kadar hissetmişken nasıl okuduklarımı anlatamadığımı, kelimelerimin yetmediğini???
Galiba başka seçeneğim ya da fırsatım olsaydı, üstün yeteneklerim ya da 24 saati aşan günlerim; ikinci bir eğitim şansım olsaydı ya edebiyat ya da ilahiyat talep ederdim. Öğrencisi olmak isterdim Nazan Bekiroğlu’nun. Kelamla hal dilinin farklarını tekrarla zikretmiş ya yazar ; kitaplarından sonra dinlemek, gözlemlemek isterdim kendisini. Öğrencisi olabilenlere ne mutlu:)
Keyifli okumalar, sevgiler, saygılar...