Süslü girizgahlar bulamadım bu sefer, direkt derdime geçiyorum. Ankara artık dayanılmaz bir şehir oldu benim için. Canım seyahatler çekiyor, yol çekiyor, gezmek çekiyor. Ben oldum olası sevdim zaten yolculuk yapmayı. Hatta belediye otobüsüyle eve dönüş yolundan bile zevk alırım bazen (Tabi eğer ayakta değilsem, oturuyorsam :D) Ama işte gidemiyorum bu şehirden uzağa, koşullar uygun değil. Günübirlik bi yerlere gideyim bari diyorum, o bile olmuyor çünkü yanıma benimle gelecek kimseyi bulamıyorum. Yoldaş olmadan yol kolay olmuyor, bilirsiniz. İçim o kadar çok sıkıldı hiçbir yere sığmıyorum. Daha bir yıl önce "Ben ömrümün sonuna kadar bu mahalleden bile ayrılmak istemiyorum" cümlesini kuran ben olduğum halde; şimdi gencecik yaşıma rağmen bir şehre sığamıyorum, ne değişmiş olabilir? (Cevabı biliyorum aslında ama tecahül-i arif sanatını sevdiğimden sordum, neyse geçelim.)
İşte ne diyordum, canım değişiklik istiyor ama benim tek yapabildiğim okul dönüşü ana caddeden değil de ara sokaktan yürümek -sanki onun da her adımını ezbere bilmiyormuş gibi- Tam da bu ruh hali içinde cebelleşirken Nazan Hoca'nın "yollarına" konuk oldum. Onunla birlikte sadece coğrafi yolları değil, hayat yolunu da yürüdük. Şimdi dalga geçmezseniz bir şey bir şey diyeceğim. İnsanın canı çölden geçmek ister mi? İstiyorum, vallahi de istiyorum! Nazan hocanın anlattığı o susuzluğu ben de yaşamak istiyorum.Sadece çölleri değil, dağları, ırmakları da aşmak istiyorum. Yalnız dürüst olayım bir yerden sonra gezdiği yerlerle ilgili yazdıklarını çok zevkle okumadım çünkü gezi türündeki yazılar okumaktan zevk almıyorum. Gerçi Nazan Hoca normal bir gezi yazısı yazmıyor, gördüğü yerlerin kendindeki yankılarını yazıyor ama yine de çok tarzım değil işte. Sanırım ben "Çok gezen mi bilir, çok okuyan mi?" sorusuna "Çok gezen" cevabını verenlerin tarafındayım. :))
Dedim ya bir de hayat yoluna da konuk oldum diye. İşte onlar o kadar güzeldi ki... Bir yerde Safiye Erol'dan bahsediyor, ilk kez duyduğum bu ismi araştırıyorum, hemen okuma listeme ekliyorum. Başka bir yerde "Baran" isimli İran filmini anlatıyor, o kadar güzel anlatıyor ki gidip izliyorum hemen. (Burada bir parantez açmak zorundayım ki, kesinlikle şiddetle Baran'ı izlemenizi öneriyorum. Filmi anlatmaya kalkışsam bir inceleme uzunluğunu bulur o yüzden hiç detay vermiyorum ama izlediğim en güzel, en saf aşk anlatılarından biriydi.) Nazan Hoca'dan yeni şeyleri öğrenmenin yanında bildiklerime de artılar katıyorum. Cemil Meriç'e, Dostoyevski'ye ve daha nicelerine bambaşka bir gözle bakıyorum -onun değindiği taraflardan.
Okumaktan en çok zevk aldığım kısımlar ise öğrencilerine değindiği yazılardı. Çok ama çok beğendim hepsini; isimlerini andığı, cümlelerini kitabına eklediği bütün öğrencilerine nasıl imrendim anlatamam. Ne şanslılar ki Nazan Bekiroğlu'nun öğrencisi olmuşlar.
Artık yavaştan sonuca geliyorum. Nazan Bekiroğlu okuma etkinliğinde emeği geçen herkese çok teşekkür ederim. Kitabı okumaya başlarken bu kadar uzun yazacağımı ummuyordum, okuyan herkese de teşekkür ederim. Nazan hoca, "denize yakın durduğunu göğün renginden okumayı başaran" güzel kadın hep yazsın da biz hep okuyalım inşallah. Hoşça kalın. :)