Klasik fobi diye bir şey var mı bilmiyorum ama eğer varsa bir zamanlar ondan mustarip olduğumu biliyorum.
İlkokulda öğretmenlerimizin yarı zorla okuttuğu sadeleştirilmiş bazı klasikler yüzünden uzun süre severek kitap okuyamamıştım. Sonradan fantastik, bilim kurgu, modern edebiyat falan derken yavaş yavaş gözümde en çok büyüttüğüm kitaplara gelmişti sıra: Klasikler. Geçen iki sene boyunca klasiklerin ‘öcü’ olmadığını onlarında normal kitaplar gibi okunabileceğini anladım. Hatta bittiğinde bıraktığı tat diğerlerine nazaran daha başkaydı.
Fakat yine de hala önümde artık korkmasam da çekimser yaklaştığım bir tür vardı: Rus Klasikleri ve özellikle Dostoyevski. Bu etkinlik sayesinde ve Beyaz Geceler kitabıyla o adımı da attığım için açıkçası çok mutluyum.
Bu uzun girişten sonra nihayet kitapla ilgili düşüncelerime geçmek istiyorum. ( spoiler içerebilir)
Öncelikle kitabı okurken dikkatimi en çok çeken şeylerden biri Dostoyevski’nin Petersburg’dan bahsettiği yerler oldu. Petersburg’u bir kadına, hastalıklı ve cılız görüntüsüne rağmen gizli bir güzelliği içinde saklayan bir kadına benzetiyordu Dostoyevski ve devam ediyordu:
“Bu bir anda gelip geçen güzelliğin neden böyle kısa ömürlü olduğunu ve artık bir daha geriye dönmeyeceğini içiniz burkularak düşünür, sevmeye bile vakit bulamadığınız bu aldatıcı, bu işe yaramaz güzelliğe ta derinden kırılırsınız…”
Dostoyevski’nin Petersburg’la kurduğu bu derin ve duygusal bağ, kitap boyunca kadın karakterle şehir arasında bağlantı kurmama neden oldu. Ve kitabın o son sahnesi... ‘Bir anda gelip geçen’, ‘kısa ömürlü’, ‘sevmeye bile vakit bulunamayan’, ’aldatıcı’ bir güzelliğe ‘ta derinden’ kırılmadık mı biz de?
Nastenka, Petersburg’un Dostoyevski’nin kaleminden bir yansıması mıydı yoksa?
Benim için öyleydi galiba…
Beni etkileyen diğer bir noktaysa hayallerdi. Ana karakterin hayallere bakış açısı ve hayallerinin geçirdiği değişim…
“Ufacık odasında sessizlik hüküm sürmektedir; yalnızlık, uyuşukluk hayal gücünü coşturdukça coşturur.”…”Hayaller ona mutluluk yollarını açar.”
Hikayenin başında kendini hayalleriyle mutlu eden bir adam vardı. Yalnız, bezgin ve mutsuz hayata rağmen mutlu hayalleriyle kendini “çeşnisi değişik, aldatıcı, tatlı bir zehir”le zehirleyen bir adam vardı başlarda Nastenka’nın yanında. ‘Hayallerinin aldatıcı bir hülya’ olduğunu kabul etmek istemeyen, hayallerini gerçek kabul eden bir adam vardı…
Ve sonra üç gecede Nastenka’yla mutluluğu tattı adam, belki de hayatında ilk defa
Fakat “normal yaşamda bu denli mutlu olduktan sonra hayallerde avunmak neye yarar ki?”
Adam yaşamda mutlu oldu, ve hayattan soyutlanmış hayaller o ufacık odada kaldı…
Ancak… Sonra Nastenka gitti.
Artık adam yalnızlıkta soyutlanmış mutlu hayaller kuramıyordu kafasında.
Artık adam “hüzünlü, iç karartıcı geleceğin(m)i bir süre hayalin(m)de canlandırarak, on beş yıl sonraki durumu gene yalnız, gene aynı odada, yılar geçtiği halde akıllanmayan Matriyona ile birlikte daha da yaşlanmış olarak” görmeye başlamıştı.
Hayalleri mutsuzlaşmış, hayalleri hayata; hayalleri yaşama karışmıştı artık…
Yazdıkça aklıma daha bir sürü şey geliyor. Bir sürü benzetme ve olay birbirini tamamlıyor. Sanırım incecik bir kitapta bu kadar farklı bakış açılarıyla, bu kadar farklı hisler ve düşünceler aktarması Dostoyevski’yi Dostoyevski yapıyor…
Benim ilk Dostoyevski serüvenimdi (ne kadar geç kalsam da) ve çok keyifliydi. Bu sitede okuduğum ilk etkinlik kitabı olması itibarıyla da ayrı bir anlamı oldu benim için.
Ve son olarak benim gibi ‘klasik fobi’si olan var mı bilmiyorum ama varsa da korkacak bir şey yokmuş arkadaşlar, güzel bir çeviri ve sakin bir kafayla çok da güzel okunuyormuş :)))