“Benim çocukluğumda soframıza kuşlar konar
rüyalarımıza melekler uğrardı
Kapımızdan yoğurtçu bahçemizden ishakkuşu
kalbimizden yeni çıkan şarkılar geçerdi..
kışın bir sobamız olurdu
sobanın yanında kedimiz
kedinin önünde yün yumağı
bir hayat bilgisi fotoğrafı gibiydik..
Konya tahıl ambarı Mersin muz cennetiydi
Taksim'den Fatih'e troleybus kalkar
Şişhane’de mutlak raydan çıkardı.
Vallahi hayat zor fakat çok matraktı..
Geceleri bekçimiz gündüzleri sütçümüz
bizim kadar zayıf da olsa
nohuta makarnaya alışmış da olsa
Sarman adında bir kedimiz
ceplerimizde kırık misketlerimiz
çamur bulaşığı ellerimiz
ve gülümseyen bir yüzümüz
göstermekten utanmayacağımız bir içimiz
bir araya gelerek çektirebilecegimiz
bir aile fotoğrafımız vardı..”
İbrahim Sadri’nin bu şiirinde çocukluğundan izlere rastlamayan azdır sanırım. Çocukluk her zaman güzel anılarla yad edilen hayatın hiç bir zorluğunun henüz yaşanmadığı acılardan habersiz geçirilen bir dönem olarak lanse edilir genellikle. Oysa yetişkin olup değer yargılarımıza göz attığımızda bunu şekillendiren olarak çocukluk döneminin azımsanmayacak kadar büyük etkilerinin olduğunu görebiliriz.
Çocukluğumuzdaki olaylar bilinçaltımızın dehlizlerinde yer etmiş ve ileriki dönemlerde onların etkisini göreceğimiz önemli yaşantılardan oluşur aslında.
Çocukluk denilen dönem nasıl harikalar diyarında geçmiyorsa çocuk diye adlandırdıklarımız da mutluluktan havada uçan her zaman mutlu şen şakrak kişiler değildir. Yaşımız ilerlediğinde ise bu gerçeği genellikle unutur onların da en az bir yetişkin kadar üzüntü duyabileceğini acılarının da en az bir yetişkin kadar ağlamaya değer sebepler barındırabileceğini düşünmeyiz.
Pal Sokağı çocuklarında da zamanla unuttuğumuz bu gerçekler hatırlatılıyor. Nemecsek Boka Feri Ats ve diğerlerinin gözünden bir zamanlar küçük olduğumuz ancak öfkelerimizin ve mücadelelerimizin hiç de küçük olmadığı günlere dönüyoruz.
Pal Sokağı çocuklarının heyecanını bu kadar derinden hissedebilmem de doksanlı yıllara ucundan kıyısından da olsa yetişen biri olarak kalabalıklar halinde sokakta oynayarak büyüyen son nesilden olmam belki de. Her ne kadar merkezde cadde üzerindeki bir apartmanda otursak da teknolojiden henüz nasibini almamış çocuklar olarak sokaktan eve girmez, mesken tuttuğumuz anadolu lisesinin bahçesinde türlü maceralar peşinde koşardık.
İlkokul zamanlarımıza rastlayan o dönemlerde favori bir oyunumuz vardı, savaş oyunu. Savaş oyununun sona ermesi bazen haftaları bulurdu. Üyelerinin hiçbir zaman değişmediği iki takım ve onları yöneten başkanlardan oluşan ve düşmanları(?!?) esir etme amacına dayanan nefret damarlarımızı kabartan bir oyundu bu.. Oyun aynı anda grubun kaçıp saklanmasıyla başlar her grup rakip takımın üyelerini ele geçirinceye kadar devam ederdi..
Bizim her ne kadar Pal Sokağı çocukları gibi uğruna savaştığımız arsamız olmasa da en az onlar kadar birbirimize reva gördüğümüz cezalar vardı. Yakalanmama uğruna girdiğimiz inşaatları hatırlayınca ister istemez aklıma gelenler; kollarımızı sürttüğümüz, dizlerimizi yüzdürdüğümüz kaza anları ve yalamak(?!?) suretiyle kanamayı durdurma çabamızın doğal sonucu olarak, düşününce hala ağzıma gelen kan tadı, yakalanmaya ramak kala duyduğumuz heyecan ve bunun sonucunda düşman tarafından kömürlüğe tıkılma korkusu.. Başka alternatiflerse değnek cezası, ellere ip bağlayıp sürüyerek dolaştırma gibi seçeneklerdi.Diğer oyunlarda kardeş gibi olan bizler savaş oyunu sözkonusu olduğunda kendimizden geçer sözde düşmanımıza ’işkence’ ederek bas bas bağırtmaktan zevk alırdık.
Bunlar Pal Sokağı’nın bana hatırlattığı ve tekrar tekrar yaşattığı anılardan bir kısmı.. Bir çocuğun da kendi değerleri olabileceğini ve hatta bunlar uğruna mücadele ederek neleri feda edebileceğini yüzyıl öncesinden sade bir dille aktarmış bize sevgili yazar.Aynı zamanda çocukların kendileri yarattığı bu değerler uğruna nasıl bir savaş verebileceğini, hiyerarşinin intikam duygusunun sadece yetişkinlerin dünyasına özgü olgular olmadığını uygun ortam hazırlandığında onların da ne kadar acımasız olabileceğini hatırlamış oluyoruz.