Kitap iki bölümden oluşuyor; birinci bölümün içinde kaybolup anlatımın akıcılığında sayfaları nasıl çevirdiğinizi dahi anımsamazken, ikinci bölümde aynı akışı bulamıyorsunuz. İlk bölümde, adada yaşayan insanların akıl çelen yaşamları, üzümün şaraba dönüşme öyküsü güçlü metaforlarla içine çekiyor sizi. Kitabın Bozcaada'da geçtiğini hayal edip, ada sokaklarında gezinirken buldum kendimi her paragraf sonrasında.
"havasız kalan üzüm karanlıkta can çekişerek kendi özüne kavuşmuş, ağır ağır insana dönüşüyordu." (s.57)
"üzüm ile çekirdeği arasında ezelî bir anlaşmazlık vardır. üzümün beyaz eti, dünyanın bir günlük bir yer olduğunu öğütler; çekirdeğiyse toprağın sonsuzluğunu." (s.56)