Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

104 syf.
8/10 puan verdi
·
30 saatte okudu
Dünyada tarihsel olarak yer etmiş herhangi bir olaya tek yönlü bakamayız. Bir olay neticesinde birtakım getiriler olduğu gibi bazı götürüler de olabilir. Savaş, bunların en somut örneğidir. Bir savaşın sonucu hangi ülkelerin galip geldiği (gerçekten galip mi?) veya yenildiği değildir aslında. Tarihsel somutluk ve nesnellik olarak bir grup isimlerden söz edilebilir elbette, ama bununla sınırlı kalmamalıdır bir savaşın sonucu. Savaşa şahit olan ülkelerdeki savaş sonrası durum da göz önünde bulundurulmalıdır. Zaten söz konusu Böll olduğunda savaş olmaksızın söz edemez hale geliyoruz ondan ve onun eserlerinden. Kimi eserleri, mesela Ademoğlu Neredeydin eserindeki gibi savaşın salt içinde geçmese bile savaşın etkilemiş olduğu bir ülkede geçer mesela. Savaş yeni bitmiştir, ülke savaş sonrasında her ülkenin girdiği bir toparlanma evresindedir. Bu sefer de bundan bahseder Böll, bize bu açıdan da anımsatır savaşı. Bu eserinde de Böll, bizleri savaş illetini daha yeni atlatmış bir Almanya'ya götürüyor. Bir tamirci çırağının gözünden bakıyoruz dünyaya. Yaşadığı aşka şahit oluyoruz. Burada dikkat çekmek istediğim bir nokta var. İnsanlık olarak öyle kötücül bir algıya sahibiz ki, herhangi biri kendisine göre düşük statüde bulunan başka birinin, kendisinin yaşayacağı ve yapacağı şeyleri gerçekleştirebileceğine inanmıyor. Mesela en basitinden üst statüde bir yazar kendi yaşadığı bir aşkı, bir tamirci çırağının aşkından çok daha değerli görür, eğer bunu kıyaslayacak olursa. Bunun sosyal statü ile hiçbir ilgisi yoktur aslında. İnsanın kendini geliştirmesi ya da yaşamış olduğu duygular sosyal statüye bağımlı değildir. Dağdaki bir çoban felsefi açıdan bir üniversitedeki öğretim görevlisinden daha çok bilgili olabilir. Kendini geliştirdiyse neden olmasın ki? Ama bizdeki bu kötücül algı onun o bilgiye sahip olamayacağını inatla bize bildirir, nedeni ise çok komiktir, çoban üniversite okumuş mudur, diploması var mıdır ki? Ah, sanırım insanlar Bernhard'ın bahsini ettiği gibi kendilerine bedelsiz bir şekilde diploma verilecek olsa ölümü bile göze alacaklar. Bu noktaya nereden geldim? Eserde karakterimizin bir tamirci çırağı olmasının ondaki duyguları ve yaşadığı şeyleri değersizleştiremeyeceğini düşündüm. Eserde buna da dikkat çekiliyor zannımca. Konudan uzaklaşmayalım en iyisi. Savaş aslında resmiyette bitmiş gözükse de bir ülke için hemen öyle kolay kolay bitmez. Etkisi yıllarca devam eder o ülkede. İşte bu etki altında kıvranan Almanya'daki bir tamirci çırağıdır karakterimiz. Kendisi öyle zorluklar yaşamış bir insandır ki zamanında evsizlerle birlikte ekmek ve yemek sıralarına girmiş, sokaklarda uyumuştur. Ama en sonunda bir çamaşır makinesi şirketine tamirci çırağı olarak girmiştir. Eserde karakterimizin söylediği bir söz çok dikkatimi çekti. Ödenecek paraya değmeli sözünün saçmalığından, ödenecek paraya değen hiçbir şey olmadığından söz ediyordu. Bu, son derece yoğun bir düşünce aslında bir yönden bakınca. Ödenecek paranın değip değmediğini nasıl anlayabiliriz? Bir şeyin değerini en başta biz nasıl belirleyebiliriz? Markette karşımıza çıkan bir ürünün neden o fiyatta olduğunun elbette ki ekonomi bilimi açısından mantıklı bir açıklaması var ama benim sözünü etmeye çalıştığım biraz daha soyut. Para, modern çağda öyle değersiz bir hale gelmiştir ki paranın değip değemeyeceği şey paranın salt kavramından bile daha üsttedir. Çünkü para insanı aşağılara sürüklemiştir. Savaşlar büyük paralar harcanarak yapılır. Bir grup zengin, kendilerine fazla gelen paralarını piyonlar yardımıyla harcamak ve bu uğurda çıkan curcunayı izlemek ister. Buna bizler savaş ismini veriyoruz. Savaşlar bile parayla gerçekleşirken, savaş sonrası bitik bir ülkede dahi para uğruna insanlar sokaklarda yatıyorlarsa para kavramsal olarak değersiz hale gelmiştir. Bu yüzden de karakterimizin eserde çokca sözünü ettiği, eserin isminde de yer alan ekmek, salt paranın kendisinden bile daha değerlidir. Bu bağlamda eserde bir sembolize edilme de vardır. Ekmek kavramsal olarak birçok şeyin önündedir artık. Karakterimiz ekmeğe öyle takıntılıdır ki cebinde bile aç kalma ihtimaline karşı ekmek taşır. Ekmekle huzur bulur; eğer ekmeği varsa o akşam huzurludur, çünkü yemek bulamazsa bile ekmek vardır sonuçta. Uzun ekmek sıralarına girer, yalnızca bir tek ekmek alabilmek için. Bu açıdan baktığımızda ekmek birçok değerin önüne geçmiş (belki de gerçek hak ettiği yeri bulmuş), değerli gibi görünen kavramlar da değersizleşmiştir. Savaş yaralısı, ekmeklerin bile sayıyla üretildiği bir ülke hayal edin. İnsanlar savaşın şokundan dolayı belki açlık hissetmezler ama o şoktan yavaşça çıkıyorlardır artık ve karınları ölesiye açtır. Bunun fark edilişinin yaşandığı bir ülkedir o dönem Almanyası. Çalıştığı şirketin önemli bir mevkideki bir kişisiyle olan konuşmaları da beni derinden sarsmıştır. İnsanın çalıştığı mevki ne derece düşük olursa olsun kendi düşüncelerini saklamamalı, bir yerde bir terslik gördüğünde bunu dile getirmekten çekinmemelidir. Mevki hiçbir şeydir, bu açıdan insan cesaretini kaybetmemelidir. Mesela bir tamirci çırağının, bizim ülkemizde işvereninin yapmış olduğu bir haksızlığı korkusuzca dile getirdiğini hayal edin. Büyük ihtimalle işinden olurdu. Ama gerçek, işinden olmaktan daha önemlidir. Gerçekleri yok saymak uğruna para kazanmak sahtekarlıktan başka bir şey değildir aslında. İşte karakterimiz de aynı bu şekilde sesini çıkarıyor. Şirketler üzerinde insanlar birer isimden ibarettir. Bir iş kazası olur ve hemen üstü çizilir ölen kişilerin. O iş kazasının önlemi, ölen kişilerin o ana dek çektikleri zorluklar; bunların hiçbiri sorgulanmaz. Çünkü şirket ismin üstünü çizmiş, o kişinin varlığını bitirmiştir. Öyle bir bitiriştir ki bu, o ölen kişi sanki daha önce hiç varolmamıştır. Nasıl olsa yerini başkaları dolduracaktır. Savaş sonrası zorluk çeken, normal zamanlara göre halkının çok daha fazla iş aradığı bir ülkede şirketlerin bu denli ikiyüzlü davranışları da doğal olarak artacaktır. Çünkü yeni işçi alımı sürekli vardır, ve bir işçinin lafı mı olur (!). İşte o dönemdeki şirketler statüsü de bu denli bir düzenbazlık içindeydi. Böll müthiş bir betimleme yeteneğine sahip. Karakterimizin aşktan kendini kaybettiği sahneler o denli iyi resmedilmiş ki okurken karakterimizin kaybolması gibi siz de kayboluyorsunuz. Bir bulanıklık kaplıyor dört yanınızı eseri okumaya devam ederken. Sanki sisli bir kasabada yarı uyanık yarı uykulu yürüyormuş gibi. Böll bu tarz, zorlukların arasında tek umut olarak kalan ve tutunulan aşkları işler aslında. Bu aşklar kimi zaman açlıkla burun buruna yaşayan bir adamın tek tesellisi olur, kişi zaman da savaşın ortasındaki bir askerin tek avuntusu. İnsan zor durumlar yaşadığında tutunduğu şeye normalden daha sıkı bir şekilde tutunur. Bu tutunduğu şey onun için neredeyse kutsal hale gelir. Bu yüzden de zorluklar altında yaşanılan aşklar her zaman daha yoğundur. İlk Yılların Ekmeği; bir ülkenin yaralarını sarmasını ve bunun getirilerini, genç bir aşığın gözünden gördüğümüz bir bakış.
İlk Yılların Ekmeği
İlk Yılların EkmeğiHeinrich Böll · Can Yayınları · 2016393 okunma
··
526 görüntüleme
Anıl okurunun profil resmi
Böll esasen bir Alman bana göre duygusuz olmasını, uzaktan bir okuruna düşündürebilir lakin aynı ölçüde okunduğunda farkına varılır ki tam tersidir. Böll, insani duygulandıran hüzne boğan romantik bir realisttir bana göre. Bu kitabını okumadım ama zihnimdeki Böll ü pekiştirdi. Sende cok guzel yorumlamışsın eline saglik Aykut.
Nympheutria okurunun profil resmi
Anıl hocam çok teşekkür ederim güzel yorumun için. Gerçekten de öyle, şimdiye kadar okuduğum eserlerinde öyle kesitler vardı ki okurken içim acıdı. Hem insanı donduran anları müthiş bir şekilde aktarabilmesi olsun, hem de aşkı güzel bir şekilde tasvir etmesi olsun gerçekten yerinde bir yazar Böll.
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.