"İnsan ızdırabın içinde zarifleşir"*Bu notlar, eser ile ilgili kapsamlı ipuçları içermektedir.Hevesim kaçmasın diyenlere duyurulur.
Bir sahne açılıyor önünüze ilk satırlarda. Psikiyatr zümresi hocaları ile birlikte odadadır ve gelecek olan şizofreni hastasını beklemektedir. Hasta nihayet gelir ve gelir gelmez, asistanların her birini dikkatle inceler, gözlerinin içine bakar ve büyük infial yaratacak o cümleyi kurar, bu her biri için özden gelen yardım çığlıklarını bastıran uğultuları, ansızın parazitlerden temizlenmiş bir frekans gibi netleştirecek bir siren sesidir;
" Hepinize geçmiş olsun!.." :)
Mustafa Ulusoy, yapımcısı ve sunucusu olduğu 'Film Şeridi' adlı proğramda olduğu gibi, eser boyunca, bir film sahnesinden alıntılar yapıyormuş gibi kendi deneyimleri üzerine samimi bir dille konuşan, okura bu denli hızlı ulaşmasının da nedeni olduğunu düşündüğüm tefekkürüne ortak ediyor bizleri.Orada film tahlili yapan konuğun koltuğunda oturuyormuşcasına içsel bir diyaloğa girdiğinizi hissediyorsunuz...
Ölüm, mutluluk, sonsuzluk, iç huzuru, hayat karşısında bir kimlik, bir duruş edinme gibi konulara sade ve akıcı bir dille kafa yoran eser kısa denemelerden oluşuyor.
Otizm hastası Raymond ve kardeşi Charlie'nin öyküsünü beyaz perdeye uyarlayan Yağmur Adam filminin tahlili, insan ve kâinat çözümlemesiyle çok başarılıydı.
'Tutun ki Düşmesin Ruhumuz' adlı deneme de Resulullah(s.a.s) Efendimiz ile gerçekleştirilen konuşma şifalı dualar gibiydi.
Eseri ilk elime aldığımda beni heyecanlandıran düşünce şuydu; Nietzsche'nin felsefesini sırtlanmış, yeni bir ekol, bir babaanne ekolü :) Hani hep vardır ya, 'babaannem şöyle derdi', 'ah babaannemin bir sözü vardır.' 'babaannem gibi bilge bir kadın olmak isterim yaşlanınca.' gibi dilimizden düşmeyen cümleler; bu başlık bize çok şey söyleyecek diye büyük bir heves vardı...
Esere adını veren denemede, "Nietzsche, iradesini nefsinin karşısına koyamayacak kadar yüreksizdi." diyor Ulusoy. Nietzsche ile batı düşüncesinin tahliline ve modernizm eleştirisine kapı açtığı âşikâr fakât bunu bir düşünür üzerine inşaa etmesi, değil bir düşünür sıradan bir insan üzerine kurgulanmış olsa bile, "hüküm verme makamı" na erişilmiş olması sebebiyle haddi aşmaktır efendiler.
Nietzsche putlar panayırına dönmüş batının, özellikle modern insan merkezli bütün kuyularının ağzını, Tanrı'yı öldüren ve onun yerine egosundan tanrılar üreten insana tuttuğu aynalarla kapatmıştır.Üzerine sıçrayacak bütün kesici parçalara rağmen yapmıştır bunu. Ulusoy tam aksi ifadeler verse de aslında bu eserle, kendi ruhunda bulduğu boşluğun diliyle, ömrü boyunca Nietzsche 'nin aradığı hâkikâtin, varoluş sancılarının altını çizmiştir.
Sezai Karakoç, 'İslâm' adlı eserinde, Nietzsche 'nin, Hıristiyanlığın, Allah'ı insan gibi algılamaya temayülü ile oluşan sağlıksız Tanrı anlayışının yıkılmış olduğunu ilân ettiğini ifade ediyordu.Bu tespit Nietzsche için en doğru tespittir.
Özellikle "Putların Alacakaranlığında" adlı eserinde "Filozofların binlerce yıldan beri kullandıkları her şey, kavram-mumyalarından ibaretti; gerçek olan hiçbir şey ellerinden canlı kurtulamadı. Tapındıklarını öldürürler, içini boşaltıp doldururlar; kavram-putlarına tapan bu beyler, her şey için yaşamsal bir tehlike oluştururlar, tapındıklarında." diye haykıran bir düşünürün hâkikât tutkusunu kim görmezden gelebilir?
Yoksulluğun asilliğine, ruhsal yalnızlığın şifasına, 'kendinizi bulun ve şimdi beni unutun'un derinliğine inanmış, zihninin harlı ateşinde defalarca kanatlarını yitirmiş, adeta kendini, kendinin en yüksek uçurumundan boşluğa fırlatan, feda eden, ve düştüğü sıfır noktasından yüksek uçurumları sil baştan inşaa eden, yalandan, kibirden ve zaaflardan nefret eden bir fikir işçisi böylesine keskin bir dille eleştirilmeyi hakediyor mu?
Deccâl'de;
"Mutluluğu keşfettik biz, yolu biliyoruz artık, binlerce yılın labirentinden çıkışı bulduk. Başka kim bulabilirdi ki bu çıkışı? Modern insan mı? 'Ne ettiğimi bilmiyorum; ne ettiğini bilmeyen herşeyim ben.' diye iç geçirir modern insan... Bu modernlikti bizi hasta eden, tembel barışlar, korkak tavizler, modern evet ve hayır'ın bütün erdemli kirliliğiydi..." diyerek bütün modern akımları domino taşları gibi deviren bu anlayışı kim bir kalemde silebilir.
Hiç okula gitmemiş babaannenin toprağı işleyerek edindiği bilgelik, bir başkasının,
"Hayatı boyunca hep yalan söyledi"
"Yaşadığı her an zulüm işledi." gibi tanımlamalarla yerilmesine izin vermeyecek tevazuyu getirmiş olmalıydı.Oysa Nietzsche 'nin son yıllarında yaşadığı hastalıkların neye vesile olduğunu bilmeden, babaannem son demlerinde şu hastalıkları sabırla geçirdi karşılaştırması da içimi sızlattı.Çünkü sözü edilen kim olursa olsun, yaşlılık hürmet edilmesi gereken bir hâldir.Kardeşimin Teksas'da yaşadığı yıllarda ziyaretine gitmiştim, komşuları arasında yaşlı bir çift vardı. O kadar güler yüzlü ve hayat dolu bir çiftti ki, kendi gençliğimi, o hayatı kucaklayan güzel insanların yanında çok solgun ve takâtsiz buluyordum. :) Belki de bizim sınavımız hakedip etmediğine bakmaksızın, hürmet edebilmekti... Liyâkati ölçmeyi, oradan hasıl olacak hayrın ve bereketin taktirini Rahman'a bırakmak, haddimizi bilmekti...
Sözlerimi yazarın şu cümleleriyle sonlandırmak istiyorum;
"Yorumlar kataloğumuzu her an dolduruyoruz ve bundan sorumluyuz.Bu katalog, ölümümüzden sonra önümüze serilecek.Bu beni düşündürüyor."
Bu arada babaannemin bir sözü vardır;
"Başkasının aşına laf söyleyen, kendi yemeğinin tuzunu unutur." :)
Keyifle okuyun...
Derin saygımla...