Cengiz Aytmatov'un sanırsam okuduğum dördüncü kitabıydı ve bariz şekilde bir ayrıntı dikkatimi çekti. Sevgili yazarımızın dört kitabında da savaş, illa ki bi yerlerde geçiyor. Aileler savaşlardan etkileniyor veya oğullarını savaşa gönderiyorlar. Hep bir çekilmişlik havası var. Sonra kendimce zor olmayan bir sonuca vardım. (Aslında bu sonuca herkes kolaylıkla varabilir veya çoktan varmışlardır.) Yazarlar, gerçekten de eserlerinde çevresinden, yaşadıklarından etkileniyor. Edebiyat dersinde bundan bize çok bahsettiler ama kalıplaşmış bir cümle oldu gitti zamanla. Anlamına varamamıştım. Ama bunu Cengiz Aytmatov bana kesinlikle kanıtlamış oldu. Sizlerde yazarın hayatını ve kitaplarını okuduysanız bana hak verirsiniz. Cengiz Aytmatov'u bilmeyenler için, yazarın kitapları yanı sıra hayatını da bir okumanızı isterim. Babasının savaşta katledilmesinden dolayı yetim büyümesiyle başlar hayatı. Ve ikinci dünya savaşının yokluğunu sıkıntılarını her şeyiyle yaşayan yazarımız bunları da her kitabına işlemiş. İşte benimde dikkatinize parmak bastırmak istediğim nokta da tam buydu. Basit gibi görünüyor ama beni etkileyen bir durum. Düşünür müsünüz? Hayatınız sıkıntılarla geçiyor, yetim büyüyorsunuz, savaş var, yokluk çekiyorsunuz; tarlada, dağda, bayırda çalışıyorsunuz, sevdiklerinizi ölüme gönderiyorsunuz. Düşünün, hayatınızda savaş var. Neticesinde siz bir yazarsınız ve roman yazıyorsunuz. Gördüklerinizden, çektiklerinizden, yaşadıklarınızdan başka neleri bu kadar iyi yazabilirsiniz? Ya da sizden hiç yaşamadığınız bilmediğiniz bir hayatı yazmanızı isteseler ne kadar başarılı olabilirsiniz? Dolayısıyla Sevgili Cengiz Aytmatov'un(bütün yazarların) gördüklerinden bağımsız bir şekilde yazabilmesi mümkün değildi. Ve yazarın gördükleri kötü olunca, okuyucu da bir kötü oluyor. Bu sebeple Cengiz Aytmatov'un yeri bende çok farklıdır. Bu söylediklerimin üstüne, yazarın kaleminin gücü de eklenince "Cengiz Aytmatov bir efsanedir." diye temize çekerek, bu konuyla ilgili son noktamı koyuyorum.
Kitaba gelecek olursak:
İçinde farklı insanların farklı yaşamları var. Ve hepside çok tatlılar. Kitabın baş kahramanının farklı zamanda ki anılarına, ara ara dönüş yaparak bu hikayelere tanık olmamızı sağlamış sevgili yazarımız. Biraz da, o zaman ki siyasi rejim hakkında mesajlar verilmiş.
Cengiz Aytmatov'un anlatımındaki samimiyeti ben çok az yazarda hissediyorum. (Muhtemelen kişiden kişiye değişen bir durumdur bu.) Hatta en samimi bulduğum yazar diyebilirim. Bunun nedeni olayların beni etkilemesi midir yoksa karakterlerin çok bizden olması mıdır bilmiyorum. Bu romanda da aynı şekilde herşey yerli yerinde, olması gerektiği gibi. Hikâye gayet abartısız ve sade. Ve bir de betimlemeler... Yazarımız bu konuda kuşkusuz çok iyi. Kendisine malzeme olarak bir tahta verseniz, onu çok rahatlıkla ağaca dönüştürebilir. Sizde "ben bu ağacı nasıl oldu da tahta gördüm" dersiniz.(Keşke tahta olan insanları da ağaç olarak görebilseydik. En azından oksijen tüketimi azalırdı. Ya da hergün tahta insan göreceğimize ağaç görürdük. Yeşillik şart.) Kitabın anlatım biçimi diğer kitaplarına göre farklıydı. Ama bu farklılık daha da güzel olmuş. Sakın diğer kitaplarında ki anlatımlar kötü sanmayın. Sadece bu sefer iyinin de iyisi olmuş.
Yazar, her kitabında olduğu gibi kahramanlarını çok candan işlemiş. Özellikle baş kahramanımız "Yedigey" karakteri beni çok etkiledi. Onun gibi iyi niyetli insanlar herhalde pek yoktur. Kahramanımız başkalarının acılarına ortak oluyor. Temiz yürekli Yedigey!
Çiçek kokan bu eseri okumalı. Hasta Roman okuyucuları kesinlikle es geçmemeli. Tahta kafalılar da okumalı. Belki ağaç olmasını öğrenirler. Yeşillik şart tabiki.
Trenler bir yerlere gitsindi gelsindi, gitsindi gelsindi ama Yedigey hep iyi olsundu...
Saygılarımla...