Rumlar ve Türkler. Yüzyıllar boyu yanyana yaşayan, bundan belki memnun belki değil, ama idare etmesini bilen iki halk. Birçok şeyimiz ortak. Denizimiz, müziğimiz, yiyip içtiklerimiz, danslarimiz, kültürümüz... Tarihin uzun bir süresi boyunca süren birlikteliğimiz, bir yerde ayrıldı. Balkanlarda başlayan milliyetçilik önce Balkan Savaşı'nı, sonra 1. Dünya Savaşı'nı patlattı. Ayrılık da kaçınılmaz oldu.
1924 mübadelesi ile Anadolu'daki Rumlar terketmek zorunda kaldı. Giderken çoğu gözü yaşlıydı. Doğdukları, büyüdükleri topraklari terkettiler. Geride büyük bir içsikinti kaldı. Oradan gelen Türklerde de durum farklı değildi elbette. Karşılıklı büyük dramlar yaşandı bu sürecte.
İşte, Sıdıka Hanım Girit göçmeni. Mübadele ile Cunda Adası mekan olmuş ona. Mutsuz, ama bir şekilde ayakta kalmış. Büyük bir yara kalmış içinde. Büyük bir özlem.
Nihal, o da Selanik'ten göçen bir ailenin kızı. O da ninelerinden dinlemiş o günleri. Ninesinin ozlemleriyle büyümüş. Cunda Adası ise Sıdıka Hanım ile Nihal'in buluşma noktası. Bir yanda polis gözetiminden sikilan, özgürlüğü için adeta kaçan bir Türk devrimcisi ile, Girit özlemiyle yanıp tutuşan bir hanım.
Cunda Adası. Taş sokaklariyla, harap durumda kiliseleriyle, sıcacık havasıyla roman kahramanı. Tıpkı nihal gibi, tıpkı Sıdıka Hanım gibi.
Feride Çiçekoğlu , bu romanda özgürlüğü için Cunda Adasına kaçan Nihal ve Ertan ile yine özgürlüğü için suyun öte yanına, Cunda'ya kaçan Yunanli avukatı ön plana çıkarıyor. Yunanlı avukat da ülkesinde cuntadan kaçıyor. Aradaki on beş yıl gibi bir zaman farkı, her iki insanın ortak kaderi oluyor.
Hep düşünürüm, bu insanlar gitmeseydi, nasıl bir zenginliğimiz olurdu diye. Ama kalan bir avuç insanın da 6-7 Eylül olaylarıyla canına okuduk. Birbirlerine bu kadar benzeyen iki halkin düşman olmasi sanırım bazılarının işine geldi o zamanlar.
Kısacık bir romandi, etkisi büyük oldu benim için.