Sevgi denilince ne kadar basit bir kavram olduğunu görüyoruz değil mi? Aslında öyle değil(miş). Bu yapıtı okumasaydım ben de öyle sanacaktım.
Kitabın arka sayfasında da yazdığı gibi;
“Bir seven vardır, bir de sevilen. Ama bunlar başka başka beldelerin insanlarıdır. Sevilen çoğu zaman sevenin içinde uzun zamandır saklı duran sevgi için yalnızca bir uyarıcıdır... En sıradan birisi çoşkun, ateşli ve bataklıktaki zehirli zambaklar kadar güzel bir sevginin nesnesi olabilir...”
Carson McCullers genelde sevgi temalı romanlar yazmış, insanın yalnızlığını ortaya koymak istemiş bir bakıma da. Dolayısıyla sevdikçe yalnızlaşıyoruz ve o da bunu göstermek istemiş.
Benim en beğendiğim bölümleri de Küskün Kahvenin Türküsü ve Bir Ağaç, Bir Taş, Bir Bulut oldu. Kitapta da bahsedildiği gibi, insanın yanlış sevmesinden dolayı acı çektiği söyleniyor. Birini sevmek bu “sevgi” kavramının son aşaması. İnsan önce bir ağacı, bir taşı ve bir bulutu sevmeliymiş, daha sonrasında yavaş yavaş insanları ve birini sevmeliymiş.
Peki insanlar sevgisiz, sevgiye aç olunca veya sevgiyi bilmeyince ne oluyor?
Günümüzde de olduğu gibi, yaşadığımız evreni sevemiyor, hiçbir şeye şükran duyamıyoruz. Bir taşı severek tüm dünyayı sevmeye devam edebiliriz belki.
Bana göre sevginin ilk aşaması ise kişinin kendisini sevmesi. Kendisini sevmeyen bir insan, bırakın bir insanı sevmeyi, bir taşı bile sevemez.
Sevginin dünyayı güzelleştirmesi umuduyla...