Türk dizi sektöründe diziler iki sınıfa ayrılabilir: normal sezon dizileri ve yaz dizileri. Bunlardan yaz dizilerinde format, fakir bir kızın, bir şirkette işe girmesiyle başlayan sürecin işlenmesinden ibarettir. Şirketteki ilk gününde zengin, kibirli, kaslı genç patronla kavgalı bir tanışma anı bulunur; ardından ise gelişen süreçte genç patron zengin, mütevazı, kaslı birine; genç kız da yedi sülalesi zengin bir hale dönüşerek finale gelinir. Aşağı yukarı tüm yaz dizileri bu formatta seyreder. Normal sezon dizilerinde birkaç tür fazladır. Bunlardan son yıllarda en çok tutulanı, bir kadının geleneksel aile tipi içinde asimile olmasını merkeze alıp kadının sık sık şiddet gördüğü ve bu şiddetten ise ancak yanına sığınacağı bir erkek vasıtasıyla kurtulabileceği yönündeki bir formattır. Seçilen mekanlar bile çok değişmez. En çok tercih edilenler ise Kapadokya, Güneydoğu ve Karadenizdir. Diğer dizi formatı, mafyayı merkeze alan formattır. Burada dikkat edilmesi gerekilen nokta, mafyanın alternatif hatta birincil adalet sağlayıcı konumunda gösterilmesidir. Mafya karakterlerinin oldukça karizmatik, yakışıklı, esprili, bilgili, nezih ve zeki olarak gösteriliyor olması, gençlerin üzerinde olumsuz etkiye yol açabilecek bir etken olarak gösterilebilir. Ben, gerek dizi gerekse film-dizi sektöründe sansüre ve sınırlamaya karşı olmaya çalışıyorum. Çünkü bu işin bir sınırı olmuyor, her yasak masumane şekilde başlar ancak son tahlilde herkese yaka silktirecek bir noktaya gelir. Bu noktaya gelişten de aslında en başta masumane iken destek veren herkesin payı bulunur. Örneğin; bu sitede birkaç sene önce bir kitabın pedofili içermesi konu oldu. Kitabı o güne kadar adını bilen bile yok denecek kadar azdı. İlgili sayfalar her yerde yayıldı ve herkes en azından ilk anda çok sert tepki verdi. Ben de tereddüt içinde ilgili sayfalara bakarak bunun doğru olmadığı fikrinde oldum lakin çok kısa sürede toplumsal linç olduğu yerde durmayarak başka yazar ve kitaplarına yöneldi. Kitapları okuyan yok denecek kadar az ve bu kitapların kurgusal eserler olduğunu göz önüne alarak değerlendirme yapan daha da azdı. Şimdi, bu olayların sıcağında yetkililer hemen bır karar alıp ilgili konuyu ele alan eserleri yasaklamış olsun. Peki bunu nesnel bir argümana dayandırarak yapması gerekir. O halde bu nesnel argümanın çerçevesi rahatlıkla genişletilebilir de, bu durumda da örneğin, tecavüz, cinsellik, cinayet ve benzeri konuları işleyen eserlerin yasaklatılması veya sansürlenmesi gündeme gelir. Ardından da çerçeve daha da genişletilerek, Antik Yunan filozoflarının veya yakın dönem filozoflarının eserleri yasaklanır veya sansürlenebilir. Sonuçta, tek tipleştirici bir ahlak sisteminin izin verdiği oldukça sınırlı sayıdaki kitaba kalmış oluruz. Bu açıdan dizileri de değerlendirecek olursak, dizilerde işlenen konulardan ziyade bunların nasıl işlendiği önem kazanıyor denilebilir. Ancak nasıl işlendiği de yine genişletilen çerçeve ile başka boyutlara taşınabilir. O halde dizi veya filmlerin yayınlandığı saatler için bir düzenleme yapılabilir. Prime saatlerde şiddet, cinsellik temalarını aşırı içeren dizi-filmlerin daha geç saatlerde yayınlanması planlanabilir. Peki bu çözüm olur mu? İnternetin geldiği bu noktada bence yine hayır. Çünkü artık tv’un izlenirliliği giderek azalmaktadır. İnsanlar internetten istediği saatte, istediği dizi-filmlere ulaşabilirler. O halde ne yapılabilir? Benim şu an net bir cevabım yok. Ancak geleneksel çocuk yetiştirme, çocuğa yaklaşım metotlarından bambaşka bir sisteme veya yaklaşıma ihtiyacımız olduğu aşikardır. Bununla birlikte bu işler biraz da arz-talep meselesidir. Toplum, rahatsız olunan dizi-filmlere ilgi göstermezse bu diziler de yapılmaz. Buna yönelik, çeşitli güçlerin toplumu dizayn etmesini merkeze alan çeşitli komplo teorileri öne sürülebilir. Komplo teorisi üretmekten kolay bir şey yok artık gelinen noktada ancak bence komplo teorileri genel olarak, okunduğu vakit mantıklı, seslendirildiği vakit kişi tarafından oldukça saçma olarak algılanan totolojilerdir. Dizi-film özelinde, bu dizileri yapan yapımcılar var ve bunlar kimsenin hatırı için dizi yapıyor değiller; hadi diyelim, öyle amaçla girdiler işin içine, peki bu dizi-filmlere toplumdan ilgi gelmese devam ederler mi gerçekten? Yapımcıların temel derdi paradır. Para getirmeyen bir işte bir noktadan sonra ısrarcı olmazlar. Denilebilir ki, illuminati veya başka unsurlar bunlara para yardımı yapıyorlar. İyi hoş da neye dayanarak söylüyorsun bunları demezler mi insana. Sözün kısası, çuvaldızı kendine batırmayan, her sorunu dışarıda arayan, çözüm için kendini yetersiz hisseden kişi veya bilhassa toplumların en kısa kaçış yolu, totolojik komplo teorileridir.
Türk- Tv dizi sektörünü temelden sakatlayan başlıca unsur ise dizi sürelerinin çok uzun olmasıdır. Öyle ki üç saati aşan noktalara varan dizi bölümleri var. Bu kadar uzun süreli bölümlere sahip hiçbir dizi yüksek kalitede devam edemez. Bundan dolayıdır ki ilk on bölümden sonra çoğu dizi inişe geçer, ancak seyircide uyandırdığı merak ve alışkanlık edimiyle izlenilmeye devam edilirler. Orijinal konu arayışı da olmaz bu ortamda, bundan dolayı başka ülkelerde başarılı olmuş yapımlar kopyala- yapıştır şeklinde alınır. Çünkü, orijinal bir konuya her hafta üç saatlik senaryo yazmak, kopyala-yapıştır konuya senaryo yazmaktan çok daha zordur. Türk film sektörünün de Tv-dizi sektöründen farkı olduğu da söylenilemez. Toplum tarafından en çok izlenilen format şudur: saf salak ama temiz kalpli, kendini esprili komik sanan bir karakter yanlışlıkla mafyayla başını derde sokar ve soluğu bir Ege kasabasında alır. Orada genç, sima ve vücut olarak güzel bir genç kıza aşık olur. Bu erkek ve kadın baş kahramanlar bilhassa fiziken birbirinin zıddı seçilirler. Nihayetinde toplasan yüz yirmi dakikada beş dakika bile gülmeden bitirilen filmden çıktığında insanın aklına hemen “Ben bu filmi daha önce izlemedim mi ya” gibi his gelir. Evet, aynı formatta onlarca film izlemiştir, değişen sadece adıdır. Peki bunda salt bu birbirinin tıpatıp aynısı filmleri yapanlar mı hatalıdırlar? Bence hayır, onlarca kez aynı formatta birbirinden hiçbir farkı olmayan ve oldukça özensiz filmlere ısrarla gidersen, sana da bu piyasada başka tür filmi kimse yapmaz.
Bu kısa özetini geçmeye çalıştığım Türk dizi-film sektöründe, Leyla ile Mecnun bambaşka parlak bir konumdadır. Bir kere kopyala-yapıştır değildir; Burak Aksak’ın kişisel hayatında bir tıkanma yaşadığı anlarda kaleme aldığı özgün bir konuya ve karakterlere sahiptir. Tıkanma noktaları, insanların en yaratıcı oldukları anlardır aynı zamanda. Bu yaratıcılıktan çıkan karakterlere bir bakalım: Merkezde Mecnun Çınar vardır. Oğuz Atay’ın tutunamayan karakterleri gibi bir havası vardır ama bir yandan da esprili, komik ve hayata her şeye rağmen hayal penceresinden bakarak mutlu ve umutlu olabilen biridir. Hırsız (ben öyle bir insan mıyım) Yavuz, sahilde sevdiği kadına kitap okurken hırsız karakterinin aslında ne kadar da farklı ele alınabileceğini göstermiş de olur. Tabi, geleneksel zihniyette düşünürsek “Bakın, gençleri hırsızlığa teşvik ediyor, çünkü hırsız olan bir karakter oldukça sempatik gösterilmiş” denilebilir. Yani sansür ve yasakların sınırı yoktur, bunu asla unutma! Mahallenin kalbi, yani Erdal Bakkal gibi sıcak bir karakter, o kopyala-yapıştır, tıpatıp formatların hangisinde vardır? Bu arada uyaralım, “Çay, Erdal Bakkal’da içilir”. O, içimizdeki paragöz ve cimridir, aynı zamanda eskiye saplanıp kalmış, değişime ayak uyduramamış ama bunu belli etmemeye çalışan bilakis çok güçlüyüm diyen sesimizdir, duygusaldır da ama bunu da belli etmemeye çalışır, çünkü o, Erdal Bakkal yani mahallenin kalbidir. Mahallenin kalbi duygusal olduğunu belli edemez, çünkü eskinin kalbinde duygusallık saklı bir köşede durur sadece. İsmail abi ise belki de dizi tarihimizin en özgün karakteridir. Tabi o sonu gelmez atalarıyla birlikte… Sahilde hiç gelmeyecek gemiyi, saf saf beklemesi ve bundan asla vazgeçmiyor oluşuna tebessüm ederiz, bir yandan da kalbimiz burkulur. O, aslında bizim yerimize de bekliyor o gemi’leri! Biz, unutuyoruz gemimizi, tekdüzelikten ve sıkıntılardan dolayı çoğu kez beş altı sıfır geride başladığımız hayat karşısında o kadar boynumuzu bükerek yürüyoruz ki, hayallerimiz bir sonraki karınca yuvasını ezmemeye çalışmaktan öteye geçemiyor. Gemilerimizi, hayallerimizi çocuklukta bıraktık, belki de bırakmamız öğretildi. Ama İsmail abi bırakmadı. Bununla birlikte, hayat bizi kendisinden o kadar uzağa atıyor ki, Gravity’deki kadın gibi hissediyoruz kendimizi, dünyayı veya akan giden hayatı görüyoruz ama biz yokuz orada, çok uzağız; bu noktada Leyla ile Mecnun ve bilhassa İsmail abi, bizi hayata veya dünyaya yaklaştıran bir etken de olabiliyor. Ya da tam tersi, içinde olup kendimizi unuttuğumuz dünyadan veya hayattan hayal gücüyle bizi çekip çıkaran bir etken de oluyor. Bu noktada, üstten bakarak, sonradan okudum delisi olup “Ben dizi izlemiyorrrumm, dizi de neymiş” diyenler de olabilir ama Leyla ile Mecnun salt dizi değildir, hayattır da, gülümsemedir, duygulanmaktır, bizden bir mahalledir, hayalgücü ile gerçekliğin uyumudur, kendi kanalını bile hicvetmedir, sözün görsele, görselin kalbe dokunduğu nokta ve sonradan gördüm delisi olmamak, kendini olduğundan başka göstermemek, olduğun halinle mutlu olabilmek en azından olmaya çalışmaktır, kendini başkalarının beğenilerine göre dizayn etmemektir, hayata mizahi yoldan bakabilmek demektir. Ama sen, üstten bakarak sonradan okudum delisi olanlar, siz ‘okumaya’ devam ediniz ama lütfen arada okuduklarınız üzerinde düşünüp kendi fikirlerinizi ve bakışınızı da oluşturun hayata karşı, başkasının beğenilerine göre değil ama… Her karakteriyle özgünlüğü yakalayan dizi bu açıdan zenginlik içerir. Nitekim bu zenginlikten olsa gerek, tadına doyulmaz seyirlik olur bizlere. Kitap da Leyla ile Mecnun sevenlerinin beğeneceği formattadadır, yani dizinin birkaç bölümünü izler gibi oluyor insan okurken.
İyi okumalar
"İsmail Abi!"
"Hooop!"
"Beklemekten vazgeçme sakın. O gemi bir gün gelecek."