Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

136 syf.
7/10 puan verdi
·
8 saatte okudu
Dört hikâyelik bu kitapta karşımıza çıkan en önemli soru şu sanırım: “Geçmişten gelen hayaletlerin geleceğimize karar vermelerine ne derece müsaade edeceğiz?” Hikâyelerde anlatılan olaylar genelde Meksika’nın gerçeklerini yansıtıyor. Tüm hikâyeler Meksika Devrimi etrafında dönüyor. Vaatler, gerçekleşmemiş rüyalar, savaşın getirdiği huzursuzluklar... Devrim sonrası ortaya çıkan sosyal sınıflar arasındaki görüş ve düşünce farklılığı toplumu farklı kutuplara sürüklüyor. Yazar, Meksika’daki etnik kimliklerden (gerçek Meksikalı kime denir?) öğrenci hareketlerine kadar daha pek çok konuyu irdeleniyor. Özellikle devrimden sonra değişen hayat ve yaşam koşulları, insanlar arasında beliren “sınır” her hikâyede karşımıza çıkıyor. Öncelikle kitabın başlığıyla ilgili birkaç şey söylemek istiyorum, çünkü bu başlık kitabın tamamına egemen olan bir görüşü yansıtıyor. Hikâyeler Mexico City’de yaşanıyor, yani bu şehir hikâyelerde özne görevini görüyor. Bu şehir 1325’te Azteklerce volkanlarla çevrili yüksek bir lagünde kurulmuş. Şehrin bu hali bile hem bir paradoks hem de bir metafor görevi görüyor. Bir yandan serinleten bir lagün varken diğer taraftan yakan bir volkan. Bir yandan yaratma süreci devam ederken bir yandan yok etme süreci işliyor. Hikâyelerdeki bu paradoks da karşımıza sürekli çıkıyor. Bu bağlamda kitaba verilen isim son derece akıllıca seçilmiş. Dört hikâye içinden ben en çok ilk ikisini beğendim. “Bu Evler Bir Zamanlar Saraydı” başlıklı ilk hikâye bir keşiş hayatı yaşayan, çevresindeki insanlara göre ucube olan Dona Manuelita ile 15 yaşındaki sakat çocuk Louisito arasındaki dostluğun hikâyesi. Bu ikisi arasında son derece güçlü bir bağ vardır ve ikisi de geçmişe büyük bir özlem duymaktadır. Ortak bir hafıza paylaşırlar. Bence ikisi de içinde bulundukları kötü durumdan bir kaçış için bu yola başvuruyorlar. Kendilerini ancak bu şekilde teskin edebiliyorlar. Her ikisi de bir zamanlar görkemli olan bir binada hayatta kalma mücadelesi veririler. Burada bir eksilikle karşılıyoruz. Saray yerine sadece yıkılmak üzere olan binalar vardır. Ancak bu ikisi bir zamanlar çok görkemli bir hayat sürmüştür ve o geçmiş günleri hala hayallerinde ve zihinlerinde yaşamaya devam ederler. Dona’nın en büyük uğraşı sahipsiz köpekleri barındırması ve doyurmasıdır. Ben burada köpeğin bir metafor olduğunu düşünüyorum. Köpekler burada ezilen, evini, ailesini kısacası her şeyini kaybeden Meksika halkını simgeliyor. İnsanlar bu köpeklere üstelik çok kötü davranırlar. Kilise bile köpekleri görmek istemez. Köpek metaforu üzerinden yazar bir halkın birbirine yaptıklarını çok güzel ifade ediyor. İkinci hikâyede yazar konuyu eski ve yeninin çatışması üzerine temellendirilmiş. Federico eski bir aristokrattır, yaşadığı köşk yüksek binaların ve gölgesinde kalkmış, küçük bir alana sıkışmıştır. Ailesinin bir zamanlar yaşadığı gibi yaşamaya devam eder. 1930’ların modasında giyinir, üstelik düşünce ve davranışları da o yıllara göredir. Modern dünyadan dışlanmış bir şekilde varlığını sürdürür. İçinde yaşadığı ev ve ülke gibi aslında kendisi de içten içe çökmektedir. Annesinin hayaleti ve geçmişten gelen olumsuz tecrübeler hayatını ve düşüncelerini kontrol eder. Kendisi ölmeyi beklemektedir ve bunun da asaletine yaraşır bir şekilde kusursuz olması gerekmektedir. Ölümünün herkes tarafından hatırlanmasını istemektedir. Ancak Fuentes burada da bir ironi yaparak bu görkemli olacak ölümü son derece basitleştirerek bizlere sunuyor. Tek başına ölmeyi bekleyen karakterimiz, bir avuç sokak serserisinin saldırısına uğrayarak evinde öldürülüyor. Üçüncü hikâyemiz benim için en sönük hikâye oldu. Burada da Andres Aparicho’nun oğlunun hikâyesini okuyoruz. Ancak ortada bir oğlan var mı yok mu bilmiyoruz. Fuentes okuyucuyu bir kez daha şaşırtıyor burada. Bernabe idealist, iyimser ve herkese yardım etmeye çalışan biridir. Ancak hiç işlemediği suçlardan dolayı yargılanması ve toplum tarafından dışlanması kendisinin de suç örgütlerinin avucuna düşmesine yol açıyor. Son hikâyede yine eski ve yeni fikirlerin çatışması karşımıza çıkıyor. Aslında burada bir sınır var. Devrimden önce ve devrimden sonraki hayat. Çünkü devrim her şeyi tepetaklak etmiştir, zengin fakirleşmiş, fakir zenginleşmiştir. Değerler de aynı şekilde değişmiştir. Her ne kadar hikâyenin başlığı “Anneler Günü” olsa da ortada anne falan yoktur. Anneler çoktan ölmüştür. Bunun yerine Vargara ailesinin erkeklerinin hikâyesi vardır. Dede, oğul ve torun arasındaki kişisel çekişmeler aslında devrimin aileler üzerindeki olumsuz etkisini fazlasıyla gösteriyor. Her ne kadar genel olarak hikâyeleri çok fazla sevemesem de yazarı tanıma adına güzel bir başlangıç kitabı olabilir diye düşünüyorum. Bu dört farklı hikâye aslında her biri bir roman olacak kadar geniş bir malzeme barındırıyor. Hikâyelerde trajikomik unsurların çok ustaca kullanımı da ayrı bir hava katmış. Her hikâye aslında özünde bir trajedi barındırıyorken okur bunu zaman zaman rahatlıkla komedi olarak da algılayabiliyor. Sanırım bu da yazarın ustalığından olsa gerek.
Yanık Sular
Yanık SularCarlos Fuentes · Can Yayınları · 199644 okunma
··
174 görüntüleme
AkilliBidik okurunun profil resmi
Kaleminize sağlık @neco_z hocam. Fuentes'in diğer eserlerini de okumak farz oldu demek. Terra Nostra'sının o çılgın dili, bitmek bilmeyen uzun cümleleri var mı bu öykülerinde de? Ona göre kendimi hazırlamam gerek 😃
N okurunun profil resmi
Öykülerin dili nispeten daha düzenli ve anlaşılır. Okumakta bir sakınca yok:)
Bu yorum görüntülenemiyor
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.