“… Bir ‘tavır alma’ydı bu. Böylesini daha önce de yapmıştı. Bir yaşantıdaki ayrıntı, yalnızca o yaşantının paylaşıldığı insanla anlamını sürdürebilirdi… O ayrıntı, o insan ‘yitirilince’, bir başkasıyla ‘yeniden’ yaşanamıyordu, hayatın ‘başka’ bir yerine konamıyordu… Dahası o ayrıntı, ancak böyle yaşatılabilir, ‘o insan için’ ölümsüz kılınabilirdi. O insan için, evet… O insanla yaşanan o günleri bir başkasıyla kirletmemek için… İnsanın kendisine sahip çıkması, başkalarına karşı savunmak istemesi, geçmişini, en azından kendi gözünde haklı, taşınılmaya değer görmeye gereksinim duymasıyla ilintili bir durumdu da bu aynı zamanda.”
“Dinlemeyi, bir insana bakmayı, dahası bir insanı görmeyi bilebilmek… Bunu yaparken de az, çok az, olması gerektiğince, doğru zamanlarda, bazı doğruların zamanlara göre değişebileceklerine de inanarak konuşmak…”
“Bazı insanlar sen ne kadar doğru konuşsan, ne kadar uzun konuşsan, ne kadar yüksek sesle ve düzgün konuşsan da seni duymazlar… O vakit iyilik dile ve yoluna git…”
“Nasıl bir organizasyon!” diye düşündü Yasemin. Öyle bir mahrumiyet bölgesine bu kadar düzenli şekilde inşaat planlaması yapmak… Hem çocukları inşaata çalıştırıp, hem öğretip, hem eğitmek… Hem onca boğazı doyurmak, hem düzeni sağlamak… Bu şartlarda çalışmayı kabul eden öğretmenlerin fedakârlığı şok etmişti kendisini. Bir yer ki, tuvalet yok ,su yok, başını sokacak bir çatı yok. Aylarca çadırda… Köyden gelmiş onca cahil öğrencinin sorumluluğu omuzlarında… Nasıl bir vizyondur bu?Bu nasıl bir ütopyadır? Nasıl bir -ne derdi annesi?- “Ülküdür”