Betül

Çok başarılı oldum. Bok gibi başarılıydım. Yuvada başarılıydım. ilkokulda başarılıydım. Ortaokulda başa­rılıydım. Lisede iğrenç bir şekilde başarılıydım; yalnızca derslerde değil. sosyal olarak da. İneklemeden, bütün ders kitaplarını hat­metmeden başarılıydım; biraz isyankar ve küstahtım, hocalara tavrım, izin verilenin sınırındaydı ama yine beni diğerlerinden daha çok severlerdi; bunu becerebilmenin şartı, insanın sevimsiz bir şe­kilde çok başarılı olmasıdır, diye düşünüyorum bugün. Başarılı bir öğrenciydim, süper başarılı bir sevgilim oldu, diğer bütün işlere on basan bir iş teklifi aldıktan sonra başarılı dostlarımın arasında, ba­şarılı bir şekilde evlendim. Sonra başarıyla büyüllüğümüz çocuklarımız oldu, başarılı bir şekilde elden geçirdiğimiz bir ev aldık. Bü­tün bu başarıların ortasında yıllarca dolanıp durdum. Başarılarla yattım, başarılarla kalktım. Başarılarla uyudum. Başarı soludum ve yavaş yavaş yaşamımı yitirdim. Şimdilerde olan bitene böyle bakı­yorum. Allah çocuklarımı benim kadar başarılı olmaktan korusun.
Reklam
Yalnız doğar. yalnız ölürüz. Buna bir an evvel alışmak lazım. Yal­nızlık yapının temeli. Yani taşıyıcı kolonun ta kendisi. İnsan başka­larıyla hir arada yaşayabilir, ancak "bir arada" demek, kural gereği yan yana olmak anlamına gelir. Bu da iyi sayılır. İnsanlar yan yana yaşar, şanslarının yaver gittiği anlarda belki bir arada bile olabilir­ler.
Bu sağcı ve çev­resindekiler, yasa koyucuların Allahı da olsalar, bu ülkenin yöne­ticileri de olsalar bana dokunamazlar. Ben ormana adımımı attım bir kere ve burada başka kurallar geçerli. Burası artık ne Oslo ne de Norveç. Burası orman. Kendi içinde bir ülke, kendi küçük man­tığıyla. Sağcı herif ve ahbapları ülkenin geri kalanını yönetsinler, birbirlerine arabalar, tekneler, evler, arsalar satsınlar ve komşularla olan kavgalarına ıncık cıncık hukuksal ayrıntılar bulmakta yar­duncı olsunlar; birbirlerinin geyik avlama kotasını doldursunlar, birbirlerinin köpeklerini ödüllere boğsunlar, birbirlerinin çocuk­larını, yurtdışında okuyup fink attıktan sonra stajyer ya da müdür yardımcısı olarak işe alsınlar ama burada, ormanda sözleri geçmez. Orman onlardan etkilenmiyor, onları başkalarından ayırmıyor bile.

Okur Takip Önerileri

Tümünü Gör
"Sorun daha çok, yeterince sürmeyecek olmasında. Hep titiz bir maketçiydim ben, ancak daha önce, şu andaki hassaslık derecesi­nin yanına bile yaklaşmış sayılmam. Çalışırken babamla birlikte gibiyim. İş bittiğinde ise artık onunla birlikte olamayacağım. Bitir­meyi hiç istemediğimi hissediyorum"
DüsseldorfKitabı okudu
"Ormana taşındım. İşten ayrılıp ormana taşındım çün­kü yapılabilecek tek akıllıca şey buydu." Başını sallıyor. "Ormanın sağı solu belli olmaz'' diyor ben tam arabadan inerken, "Dikkatli ol!" "Yanılıyorsun, orman sakin ve dostanedir. Denizin sağı solu belli olmaz. Bir de dağın. Ama ormanın sağı solu bellidir ve başka her yerden daha az kafa karıştırır. Denize, doğaya ve insana hiçbir şekilde güvenilmezken, yaşamını ormanın ellerine hiç tereddütsüz bırakabilirsin çünkü orman dinler ve anlar. Orman yıkmaz, ye­niden kurar ve her şeyin büyümesine izin verir. Orman her şeyi anlar, her şeyi kucaklar" diyorum.
Reklam
Gençler, her şeyi satın almak yerine eşya ve hizmet takası­na özendirilmeli. Dünyanın geleceği buna bağlı. Dünya insanlara ait değil, insanlar dünyaya ait. Çiçekler bizim kız kardeşimiz; at, büyük kartal ve geyiği saymıyorum bile, hepsi erkek kardeşlerimiz. İnsan nasıl olur da herhangi bir şeyi satabilir ya da satın alabilir? Hava sı­caklığının ya da ağaçlardaki rüzgarın sesinin sahibi kim? Dallardaki bitki örtüsünün özlerinde, bizden önce yaşayanların hatıraları saklı. Şırıl şırıl akan derede, babamın ve onun babasının sesi de mevcut. Bastığımız toprağın bağrında atalarımızın tozlarının da bulunduğu­nu, dünyanın başına gelen her şeyin bizim ele başımıza geleceğini, dünyaya tükürürsek kendimize tükürmüş olacağımızı falan çocuk­larımıza öğretmemiz gerek.
Orman beni içine almadan önce, durduğum yerde epey yol katettiğimi düşü­nüyorum, meseleyi böyle ele alacak olursam. Biraz ukalaca ama yine de oldukça doğru . Her zamanki yerlere takılıyor, Oslo'daki herkes her vakit ne yapıyorsa onu yapıyordum.  Sonra orman bir­den kendini açıverdi ve beni içine aldı. Beni evlat edindi.  Vakti gelmişti. Bunu şimdi anlayabiliyorum. Çevremdeki herkesin gö­zünde nefret dolu, arıza bir adam olmak üzereydim. Oslo cad­delerinde istenmeyen bir unsurdum. Eırafa pozitiflik ve enerji  saçmıyordum.  Performansım yüksek değildi. Ne yakınlarım ne işim ne de onu yönelen ekonomik çevreler için .  Tam yük olmaya başlamıştım ki,  dışlandım. Doğa işini öyle iyi biliyor ki, daha fazla zarar vermeden beni dışlayıverdi. Çok etkileyici bir sistem. Doğa ve kültürle iç içe geçen binlerce yıl mekanizmayı keskin­leştirmiş, benim gibiler saflardan uzaklaştırılıyor. Zararsız hale getiriliyor. Anlam ve birlikteliğe dair kırılgan yanılsamada delik açmaya yeltenen halk düşmanları, akıllarını başlarına toplasınlar diye anında yollanıyor. Mesela denizlere ya da dağlara sepetleniyor ya da üzerine bir kapı kapanıveriyor ya da benim durumumda olduğu gibi ormana yollanıyor. Bu, ödül hissi de uyandıran kurnazca bir ceza.
"Sevgili yurttaşlarım. Sizi sevmiyorum . Kendinize bir çekidüzen verin. Aklınızı başınıza toplayıp bu ka­dar akıllı olmaktan vazgeçin. Ve siz sağcılar, Allahın cezası köpeklerinizden bir kurtulun hele. Yüzünüzdeki o kendinden hoşnut gülümsemeyi silin, artık takasa başlamak zorundasınız. Bisiklete binmek. Bu devran dönecekse, deliler gibi bisiklete binip takas yapmalıyız. Ağaçların arasından esen rüzgarın, çayırlardaki çiçek­lerin sahibi kim? Teletabiler cehennemde yanmalı, kahretsin,  ipin ucunu kaçırmadan bir yeni  yıl nutku atmak için çok sarhoşum ama Lovenskiold, ormanı halka geri vermelisin çünkü onun asıl sahibi sen değilsin. Kimse ormanların sahibi olamaz. Baba, sen git­tin, seni tanıyamadım, kendimi yalnız hissediyorum, ben kendimi hep yalnız hissettim, herkesi kendimden uzak tutuyorum çünkü ben de herkes gibi salağın tekiyim. Kimse beni tanımıyor. Korka­rım, yaşadığım sürece de tanımayacak."
Bizler Norveçli'yiz ve hepimiz bir tuhafız. Herkes bir tuhaf olduğundan aslında normal olmak tuhaf, yani sonuç itibariyle hiçbirimiz tuhaf değiliz. Yalnızca Norveçli'yiz.
Bilmelisiniz ki bir müzayedede her çeşit şeyle karşılaşabilirsiniz. Hiç değeri olmayan baskılarla altın değerinde kitaplar... Üç yüz, beş yüz adet basılan, zamanla bulunması çok güç olan ve şüphesiz bir servet değerindeki kitaplar... Matbaanın bu duruma bir son vereceği varsayıldı; binlerce, hatta yüz binlerce kopya ortaya çıkarabilecek bir makine. Ama görüyorsunuz işte. Zaman akıp gidiyor. Günümüz ciltçileri eski kitap sayfalarını, güya onları bir araya getirme maksadıyla, zamandan ve ahmaklıktan faydalanarak yatırıyorlar giyotinin altına. Öfkemi mazur görün ama mesela, yüzlerce dolar ettiğini bilmeden bir yakutu parçalara ayırıyor, Semadirekli Nike Heykeli’nin tüylerini yoluyorlar. Giyotinin verdiği o karanlık hazdan nasıl uzaklaştırırız onları, bilemiyorum.
Reklam
İki çeşit insan vardır. Açıklamama izin verin: Biri, koleksiyoncular. Kendilerini nadir bulunan baskıları, Horado Quiroga’nın Salto’dan çıkardığı dergiyi, Borges’in sadece tüm kitaplarını değil, dergilerdeki makalelerini ve Güiraldes’in editörü Colombo’nun yayımladıklarını veya Bonet imzalı seçkin ciltleri toplamaya adayanlar... Hem de bu sayfaları sadece güzel bir nesneye, pahalı bir parçaya bakmak için açacaklardır, başka bir şey için değil. Diğerleri ise okurlar... Hayatları boyunca kütüphanelerine sadece önemli eserleri koyarlar. Brauer’i bu gruba dâhil ediyorum. Bu tür insanlar tutkuludur, okumak ve anlamak dışında bir kaygı gütmeden saatlerini geçirecekleri bir kitap için oldukça mühim paralar ödemeye hazırlardır.
Biz okurlar, sadece eğlence amaçlı olsa bile, arkadaşlarımızın kütüphanesini gözleriz. Bazen sahip olmadığımız ama okumak istediğimiz bir kitabı bulmak için yaparız bunu, bazense karşımızdaki hayvanın ne ile beslendiğini öğrenmek için. Bir meslektaşımızla salonda otururken odadan şöyle bir çıkar ve döndüğümüzde onu kitaplarımızı koklarken buluruz.
Çoğunlukla bir kitaptan kurtulmak ona sahip olmaktan daha zordur. Kitaplar, sanki asla geri dönemeyeceğimiz bir anın tanıkları gibi, bir ihtiyaç ve unutkanlık anlaşmasıyla tutunurlar insana. Oysa orada kalmaya devam ettikleri sürece onları birbirlerine yamadığımızı zannederiz. Üstlerinde gün, ay ve yıl yazan sayısız kitap gördüm ben; gizli bir takvimi oluşturur her biri. Başkaları ise ödünç vermeden önce adlarını yazarlar ilk sayfaya, teslim edecekleri kişiyi defterlerine kaydedip bir de tarih atarlar yanına. Tıpkı kütüphanedekiler gibi damgalı kitaplar gördüm, yahut içlerine sahiplerinin kartları yerleştirilmiş olanlar. Kimse bir kitap kaybetmek istemez. Bir daha okumayacak olsak da başlığında eski, belki de kaybolmuş bir duyguyu taşıyan bir kitabı kaybetmektense bir yüzük, saat veya şemsiye kaybetmeyi yeğleriz.
Sadece çok uzak bir gelecekte bana faydası olacak kitapları, genel okuma çizgimin dışında kalanları ve bir kez okuyup da bir daha yıllar boyu, belki de hiçbir zaman kapağını bile açmayacaklarımı neden evde tuttuğumu defalarca sordum kendime. Fakat, örneğin, nasıl olur da çocukluğumun birkaç tuğlasını yerinden sökmeden Vahşetin Çağrısı'ndan, kurtulurum? Yahut gençliğime damgasını vuran Zorba'dan, 25. saatten ve kendimize bahşettiğimiz o kutsal sadakat ile en üst raflara yıllar önce, bütün halinde fakat sessiz sedasız, hediye edilmiş diğerlerinden?
(...) ne zaman birileri kitaplarıma övgü düzse yaşadığım o korkunç panik hissiyle birleştirdi zihnimde. Her yıl öğrencilerime en az elli kitap hediye etsem de bir raf dolusu kitap daha eklenip duruyor aralarına, çifter çifter dizili bir şekilde, sessizce, masumca ilerliyorlar evde. Onları durduramıyorum.
38 öğeden 16 ile 30 arasındakiler gösteriliyor.