Çocuklarınız doğar kadınlar yorulmadan; karınlarında taşımadan doğururlar onları. Kanunlar çıkarırsınız benim açıklamalarımda olduğu gibi: herkesi her şey yaparsınız kimseye danışmadan ve anayasaya uygunluğuna bakmadan: zorlamadan uyulacak kanunlar yaparsınız. Dairedeki memuru mühendis yaparsınız. İçinizde hiçbir acılık birikmez. Ne bırakılmış olmanın, ne anlaşılmamanın, ne yaşamamanın, ne de baştan yaşayamamanın acısı düzeninizi bozmaz. Düşünmeden kapılırsınız olaylara. Sonu ne olacak diye korkmazsınız. Sonu yoktur ki...Sonu gelmez şövalye romanları gibidir bu yaşantı: en zor anlarda daima açık bir kapı bulunur girip saklanacak.
Ne gördün bütün kapıların birer birer kapandığı bu dünyada? Hangi kusurunu düzeltmene fırsat verdiler? Son durağa gelmeden yolculuğun bitmek üzere olduğunu haber verdiler mi sana? Birdenbire: “Buraya kadar!” dediler. Oysa, bilseydin nasıl dikkatle bakardın istasyonlara; pencereden görünen hiçbir ağacı, hiçbir gökyüzü parçasını kaçırmazdın. Bütün sularda gölgeni seyrederdin. Üstelik, daha önce haber vermiştik, derler onlar. Her şeyin bir sonu olduğunu genel olarak belirtmiştik. Yaşarken eskidiğini ve eskittiğini söylemiştik. Sevginin ölümünü her pazar çanlar çalarak ilan etmiştik.
Pencerenin yanına gitti, alnını cama dayadı. Bir süre öylece kaldı. Sonra aşağıya baktı: caddede insanlar, karıncalar gibi, telaşla birbirlerine çarparak oraya buraya gidiyorlardı. Yüzlerce insan, binlerce insan... çoğu ne kadar önemsiz, ne kadar silik. İçlerinden biri Selim olamaz mıydı? Milyonların içinde sadece bir Selim. Bu tabiat kanunları ne kadar insafsız, diye düşündü. Kime zararı dokunur bunun? Hepsinin eli, ayağı, başı var... Selim gibi. Ne olur bu kadar el, ayak, baş bir araya gelse de sadece bir tanecik Selim çıkarsalar aralarından; ne olur bir tane Selim olsa. Elimi sallar çağırırım: koca budala, derim, nereye gidiyorsun gene dalgın dalgın? Olmaz, olamaz! Yok olamaz insan. Hareketleri, gülüşü, birlikte yaptıklarımız: nereye gitti hepsi?
Vay canına! Demek benim özel bir işim olsa... demek her taraftan kuşatmışlar beni. Demek her an izliyorlar beni. Her yaptığımı biliyorlar. Karşılarına alıyorlar: dün saat ikiden dörde kadar neredeydiniz? Ne hakla bana karışıyorsunuz? Bir işim vardı. Ne işiniz vardı? Canım ne biçim sorular bunlar? Canım sıkılıyordu, sinemaya gittim. Neden yalnız gittiniz? Gece karınızla birlikte gidebilirdiniz: her zamanki gibi. Hangi filmi gördünüz? Anlatın. Demek bu duruma geldin. Neden canınız sıkılıyor, evde mutlu değil misiniz? Bununla ilgisi yok diyorum size. Evinde mutlu olmayan insanın belirli tepkileri olur. Bunlar sizde görülmüyor. Ayrıca, bu hastalığın da tedavi metotları vardır. Bir değişiklik gerekiyor. Karınızla birlikte bir yolculuğa çıkın. Bu yolculuk için de hafta sonları var, bayram tatilleri var: onları kullanın. Ben yolculuk filan istemiyorum. Ne olur bana, sadece zaman verin. Özür dileriz: işte bu imkânsız. Boş vakti olan insanların tehlikeli durumlara... Defteri hırsla karıştırdı: akşam eve giderken pasta ve kurabiye, Mehmetler gelecek. Defteri kapattı.
Sonra efendim, oralara bir kamplar kurulmuş: bir sürü öğretmen, memur üşüşmüş. Hele öğretmenler: ilkokul öğretmenleri, kadın öğretmenler. Bir lokantaya gidersiniz, yiyecek yemek bulamazsınız bunların yüzünden. Her tarafı istila ederler. Bir görmemişlik, bir bayağılık. Bir şortlar giyerler, bir bluzlar giyerler: gülmekten katılırsınız. Güneşte yanarlar: her tarafları yara olur. Sokakta, plajda bakamazsınız omuzlarına: çirkin bir manzara. Sahilleri çadırlarla doldurmuşlar: yüzlerce çadır, binlerce çadır, milyonlarca çadır.
Verdiğinin hiç olmazsa küçük bir parçası kadar birşeyler istiyordun. Sonunda kaçıyorlardı. Hayır, sen kaçıyordun. Hayır kaçmıyordun: insana ihtiyacın vardı. İnsanı arıyordun canım kardeşim. Bunda utanacak ne vardı?