“Keşke bu hislerimi anlatabilseydim! içimde çağlayıp taşan bu canlılığa bir kağıtta can verebilseydim! Ruhun sonsuz, yüce varlığın aynası olduğu gibi, kağıt da ruhumun aynası olabilseydi…” Fakat dostum, çırpınmak bir işe yaramıyor. İçimde ki bu hislerin ağırlığı beni yıkıyor.
Eğer insanlar sürekli geçmişteki acıları canlandırmak uğruna bu denli çaba harcayacaklarına -neden böyle olduklarını Tanrı bilir- hallerinden memnun olsalar, kayıtsız bir şimdiye katlansalardı, çektikleri acı daha az olurdu.
İyi ki orada değilim sevgili dostum, bu insan kalbi ne acayip ve anlaşılmaz bir şeymiş meğer. Seni böylesine severken, yanındayken, aldığın nefesi hissederken… Şimdi ayrıldığıma nasıl da seviniyorum. Akıl bunu izah edebilir mi?
Gerçek mutluluk, yavaş yavaş, azar azar gelir ve bu bizim hayata bakış açımızla, çevremizle, çevremizdekilere karşı davranışımızla doğrudan doğruya ilgili ve orantılıdır. Mutluluk, birbirini tamamlayan ufak tefek şeylerin birikmesinden doğuyor.
Herkes kendince o kuyudan çıkmanın bir yolunu buldu. Asıl sorun başkaydı; bir kuyudan çıkıp başka bir kuyuya düşmüştük ve bunu kurtuluş zannedip, yanlışları telafi ettiğimiz zannına kapıldık.