Abdulhakim AY

Abdulhakim AY
@ihtiyar_hu
14 okur puanı
Ekim 2018 tarihinde katıldı
Kim olduğunu bilmemesi garip değil miydi? Dış görünüşünü kendinin belirleyememesi de akıl alır şey değildi. Kendi oluvermişti işte. Arkadaşlarını seçmek elindeydi ama kendi kendisini seçmemişti. İnsan olmak bile onun fikri değildi!
Reklam
Hinduizm'de "OM", Müslümanların besmelesi gibidir. Her Hindu işe, OM diyerek başlamaktadır. OM, AUM'dan gelmektedir. Burada A=Brahma'yı; U=Vishnu'yu M=Shiva'yı temsil etmektedir. İbadete de başlarken OM denmektedir.
Sonuç olarak, Batıda Din'in kaynağı hakkındaki görüşler, genelde ilkel kabilelerden hareketle geliştirilmeye çalışılmıştır. Ancak bu konuda bir görüş üzerinde herkes ittifak edememiştir. XIX. yüzyıl boyunca ve XX. Yüzyılın ilk yarısına kadar Din'in kaynağı hakkındaki çalışmalar, Batı'da devam etmiştir. Bu konuda kesin bir sonuç alınamayınca Etnoloji, dinin kaynağını aramaktan vazgeçmiş ve bugün din olayı, bir kültür olayı olarak kabul edilmeye başlanmıştır. Buna göre her din, bir kültürdür. Her din, kendi dönemi için bir değer taşımaktadır.

Okur Takip Önerileri

Tümünü Gör
Schmidt, "Tanrı Fikrinin Kökeni" (Der Ursprung Der Gottesidee) adı ile yazdığı muhteşem kitabında, insanlığın ilk önce "Bir Yüce Tanrı'ya" inandığını, ancak daha sonra bu Tanrıyı unutarak veya ihmal ederek, putlara saygı gösterdiğini açıklıyordu. Böylece insanlığın başlangıçta "Bir Yüce Tanrı'ya" inandığını ifade etmiş oluyordu. Schmidt'e göre, İlk Din, gökte yaşadığına inanılan, iyilik sever, her şeyi bilen, yaratıcı ve ebedi bir "Büyük Tanrı" inancından ibarettir. Bunun için Schmidt'e göre başlangıçta her yerde bir İlkel Monoteizm mevcuttu.
Batı'daki Dinler Tarihi Çalışmaları iki ekol istikametinde devam etmiştir: Bunlardan birincisi; Tekamülcü Din Nazariyelerinin güdümünde devam etmiştir: Max Müllerin Tabiatçılık, Tylor'un Animizm, Durkheim'in "Totemizm", Frazer'in "Büyü", Marrett'in Mana teorilerinin dayandığı temel felsefe, tekamülcü nazariyelerin üstüne oturtulmuştur. İkinci ekol ise bu teorilere karşı çıkan Andrev Leang ve Wilhelm Schmidt ile başlamıştır.
Reklam
Öyle ki, —-bir bedeniniz ve bir beyninizin var olduğu hakkın- da ki inançlarınız yalnızca duyularınızın tanıklığı aracılığıyla oluştuğu için— gerçekte bir bedeninizin ve bir beyninizin var olmaması bile mümkündür. Beyninizi asla görmediniz —sadece herkesin bir beyne sahip olduğunu varsayıyorsunuz; fakat beyninizi görmüş olsaydınız veya onu gördüğünüzü düşünmüş olsaydınız bile, bu yalnızca bir başka görsel tecrübe olurdu. Belki de, var olan yegane şey tecrübenin öznesi olan sizsinizdir ve fiziksel bir dünya yoktur; yani ne yıldızlar, ne dünya ne de fiziksel varlıklar olarak başka insanlar vardır. Belki de herhangi bir mekân da var değildir.
bütün tecrübeleriniz kendisi dışında bir dış dünyanın var olmadığı muazzam bir rüyaya benzeyemez mi? Olup bitenin bu olmadığını nasıl bileceğiz? Eğer bütün tecrübeleriniz böyle bir rüya ise, bu durumda bir dış dünyanın var olduğunu kendinize ispatlamak için kullanmayı denediğiniz herhangi bir tanıklık yalnızca bu rüyanın bir parçası olacaktır. Eğer masanın üzerine vurur veya kendinizi çimdiklerseniz bir ses duyar veya bir acı hissedersiniz; ama bu sadece zihninizin içinde olup biten bir çok şeyden biridir. Bu şekilde hareketin bir yararı yoktur
Binlerce yıldır bu (felsefi) problemler hakkında yazılar yazılmaktadır; fakat felsefenin işlenmemiş taze malzemesi geçmişte yazılıp çizilenlerden değil, doğrudan dünyadan ve bizim dünyayla olan ilişkimizden doğar. Zaten bu problemlerin, zaman içinde, onlar hakkında hiç bir şey okumamış olan insanların zihninde sürekli olarak yeniden ortaya çıkmasının nedeni de budur.
Hayatta kalmak istiyorsanız, bunun tek bir yolu var: Çalışmaya elverişli gözükün. Diyelim ki topuğunuz da ki küçük bir yaradan ötürü biraz topallasanız bile, bir SS görevlisinin bunu farketmesi halinde gaz odasını boylayacağınızdan emin olabilirsiniz. ‘Müslüman’ tabiriyle neyi söz konusu ettiğimizi biliyor musunuz? Perişan, kendini bırakmış, hasta, bir deri bir kemik görünen ve fiziksel olarak daha fazla çalışamayan... işte böyle birisine ‘Müslüman’ deriz. Er ya da geç, genellikle kısa bir süre içinde, her ‘Müslüman’ gaz odasını boylar. Bu nedenle unutmayın. Tıraş olun, dik yürüyün, becerikli olun; o zaman gaz odasından korkmanız gerekmez.
Asıl bilen, Atina Yargıçları, belki yalnızca tanrıdır; o sözüyle de (Pytholu tanrı sözcüsü benden daha bilgin bir adam olmadığını söylemiş) insan bilgisinin büyük bir şey olmadığını, hatta bir şey olmadığını göstermek istemiştir; “Sokrates”, demiş olması ancak bir söz gelişidir: “Ey insanlar! Aranızda en bilgeniz, Sokrates gibi bilgeliğinin gerçekte bir hiç olduğunu bilendir’’,demek istemiştir. İşte böylece tanrının sözünü düşünerek yer yer dolaşıyor, yurttaş olsun,yabancı olsun bilge sandığım kimi bulursam konuşup soruyorum; bilge olmadıklarını anlayınca da, tanrı sözüne hak vererek bilge olmadıklarını kendilerine gösteriyorum
Reklam
Atinalılar, bu ün bende bulunan bir tür bilgiden, yalnızca ondan çıkmıştır. Bunun ne biçim bir bilgi olduğunu sorarsanız,derim ki, bu, herkesin elde edebileceği bir bilgidir; ben de ancak bu anlamda bir bilgim olduğunu sanıyorum. Oysa sözünü ettiğim kimselerin, bende olmadığı için size anlatamayacağım insanüstü bilgileri var. Benim böyle bir bilgimin olduğunu söyleyen yalan söyler, bana kara çalmış olur.
Şöyle ki: şayet tüm insanlık bir yerde toplanmış olsaydı, üç yüz milyar litrelik bir hacim işgal edecekti, ya da bir kilometre küpün üçte birinden daha az bir yer. Çok gibi geliyor kulağa... Ancak, dünya okyanuslarının 1.285 milyon kilometre küp su barındırdığı düşünülürse, pek öyle olmadığı anlaşılır. Yani dünyadaki tüm insanlar -beş milyar beden- okyanusa konsa, suyun seviyesi bir milimetrenin yüzde birinden daha az yükselirdi. Hepsi hepsi tek bir şapırtı... ve yeryüzü sonsuza dek insansız kalırdı. Gelişmiş sanayilerimiz sayesinde havayı, toprağı, denizleri zehirleyip ormanları çöle çeviren, yüz milyonlarca yıl yaşamış sayısız hayvan ve bitki türünü yok eden, başka gezegenlere erişip yeryüzünün doğal dengesini değiştirmeyi becererek kozmik gözlemcilere varlığımızı ilan eden bizler... İşte öylesine basitçe, hiç iz bırakmaksızın yok olabiliriz. Bana sorarsanız, bundan pek etkilenmedim. Ne bundan, ne de insanlığın topundan dökülen kanla -4.9 milyar litre- bir Kızıl Deniz, hatta bir küçük gölcük bile oluşmayacağının hesaplanmasından etkilendim.
İnsan nüfusu beş milyara yaklaştığına göre, her geçen dakika bu nüfusa mensup binlercesinin ölmekte'olduğu da aşikârdır. Ama bu size hiçbir şey ifade etmiyor, değil mi? Yine de sığ kavrayışımız buradaki rakamlara bir duvara çarparcasına tosluyor. Şöyle ki, “her an 19 bin insan ölmektedir” ya da “900 bin insan ölmektedir” cümlelerinin arasında, bizde yarattığı duygulanım bakımından zerre kadar fark yoktur. Diyelim bu rakam bir milyon ya da on milyon olsun; göstereceğimiz tepki değişmeyecektir: Hafiften korkmuş, belli belirsiz bir tedirginlik edasıyla dile gelen bir “yaa!” ünlemi. Bir anda adeta bir soyut ifadeler çölünde - buluveririz kendimizi; hepsinin de bir anlamı olduğu kesindir, ama bu anlam bizde amcamızın kalp krizi geçirdiği haberini aldığımızda hissedeceklerimize benzer duygular uyandırmaz. Amcanın kalp krizi haberi, bizi çok daha derinden etkiler.
Gerçek
Gerçek bölünemez, bu yüzden kendini tanıyamaz; her kim onu tanımak isterse bir yalan olmak zorundadır.
Sayfa 41
Yalan
58. İnsan ancak olabildiğince az yalan söylediğinde olabildiğince az yalan söylemiş olur; yoksa olabildiğince az yalan söyleme fırsatını bulduğunda değil.
Sayfa 36
60 öğeden 16 ile 30 arasındakiler gösteriliyor.