Dünyanız yıkılmışken yakınlarınızın kılının bile kıpırdamamasına tanık olmak garip değil midir? Onların niçin sizin kadar etkilenmediğini de bir türlü anlayamazsınız.
Çantamdan sarı bloknotumu, cebimden kalemimi çıkartıp insanların amaç olduğunu sandıkları şeylerin listesini yapmaya başladım. Etkin maliyetli alımlar, vasıflı insanların istihdam edilmesi, gelişkin teknoloji, üretim, kaliteli malların üretimi, kaliteli malların satışı, pazar payı elde edilmesi. İletişim ve müşteri memnuniyeti gibi başka şeyler de ekledim. Bir işi başarıyla yürütmek için bunların hepsi gerekliydi. Bunların tümünün işlevi neydi? Firmaya para kazandırmak. Ancak bunların hiçbiri kendi başına amaç olamazdı. Sadece amaca ulaşmanın araçlarıydılar.
"Bir zincirin gücünü belirleyen şey nedir?"
"Akıllı çocuk, tabii ki en zayıf halkası."
"Peki eğer zincirin gücünü iyileştirmek istiyorsan, yapman gereken ilk şey nedir?"
"En zayıf halkayı bulmak. Darboğazı belirlemek."
Fabrikanın içine girmek şeytanlarla meleklerin korkunç sihirbazlıklar yapmak üzere evlendikleri bir yere gitmek gibiydi. Bu, bende böyle bir duygu uyandırıyordu. Her hafta sıradan ve gizemli şeyler duruyordu...
Sıkı çalışırsam her şeyin üstesinden gelebileceğime inanırdım. On iki yaşıma girdiğimden beri çalışıyordum. Okuldan sonra babamın bakkal dükkânında çalışırdım. Yeteri kadar büyüdükten sonra yaz tatillerinde civardaki değirmenlerde çalıştım. Bana sürekli, iyi çalışırsam karşılığını alacağım söylenirdi. Bu, doğru değil miydi? Ağabeyime bakın. İlk önce doğmanın getirdiği olanağı kullanmıştı. Şimdi ise şehirdeki berbat bir mahallede bakkallık yapıyordu. Bir de bana bakın. Çok çalıştım. Mühendislik okulunda ter akıttım. Büyük bir şirkette iş buldum. Karım ve çocuklarım karşısında kendimi bir yabancı haline getirdim. UniCo'nun bana verebileceği her şeyi aldım ve "Yetmez, daha fazlasını verin" dedim. Evlat, bunu yaptığım için memnunum. İşte, otuz sekiz yaşındayım ve beş para etmez bir fabrika müdürüyüm. Ne harikulade değil mi? Amma da eğleniyorum, değil mi?