Bazen, içinde bulunduğum ruh durumuna uygun bir kitap okumak isterim. Başucu yazarlarımın yeni yapıtları, merak ettiğim, ama henüz okuma fırsatı bulamadığım genç kuşaktan birinin romanı değildir beni çeken. Kitaplığımın önünde dikilip rafları gözden geçirirken, çok özlediğim bir yere gidecekmişim de yolculuk hazırlıklarına başlıyormuşum gibi heyecan duyarım. Yeniden Tutunamayanlar'a ya da Ecinniler'e başlayabilirim. Conrad, belki de Melville ile sefere çıkmak ağır basabilir örneğin. Sait Faik'ten "Bir Bahçe"yi, "Dülger Balığının Ölümü"nü dönüp dönüp okuyabilirim. Elim Malcolm Lowry'nin Yanardağın Altında romanına gidiyorsa durum çok daha vahimdir. Bunlar; alıp başımı gitmek istediğim dönemlerde olur. Seçtiğim kitaplar da beni çeken yolculuğun biçimiyle ilgilidir.
Tek sığınağım, kendimi mutlu hissettiğim yer, benim gizli tapınağım, odamdı. Ruhumun yaşlanmaya başladığının, iki farklı yaşamı sürdürmeye çalıştığımın farkında değildim.
Mutluluğun bendeki en belirgin tanımı da, yaşarken farkında olmadığım, geçmişte kalmış bazı anları yeniden yaşıyormuşçasına canlandırmak için duyduğum istektir.
İnsan hayatı garip bir yarıştır: Varılacak yer pistin sonunda değil ortasındadır. Koşarsın ve hedefi zamanında fark etmeden, bilmeden, belki çoktan geçmiş olursun ve onu bir daha asla göremezsin. O zaman koşmaya devam edersin.
İlkokul kitaplarını, dergileri bulmayı, resimlerine bakmayı, o saf duygularımla yeniden karşılaşmayı çok istiyorum. Bir süredir, bende iz bırakan ya da bıraktığını düşündüğüm nesneleri korumam altına alıyorum ama yine de geç kaldığımın farkındayım. Asıl hazinem çocukluğumdaymış. Masal kitaplarımı, çizgi romanlarımı, oyuncaklarımı, "Türk büyükleri", "meslekler", ve "hayvanlar âlemi" olarak üç ayrı seriden biriktirdiğim karamela kâğıtlarını, Macera Sineması'nda oynattığım filmlerin karton kahramanlarını, afişleri, hazırladığım biletleri, bilyelerimi, topaçlarımı, telden yaptığım kamyonlarımı, resim defterlerimi, elişi derslerinde yaptıklarımı saklamadığıma çok üzülüyorum.