...belleğimin de hınzır bir huyu vardı.
Zaman zaman bende olmayan bir kitabın bende olduğu sanısını verirdi. Nedir, bunu içinin kötülüğünden yapmazdı. Gerçek bir kitap kurdu olduğumdan bütün gençliğim kitapçı dükkânlarında geçmişti. Yani belleğim gözlerini kitapçı dükkânlarında açmıştı. Haftada üç, dört, kitapçılara uğruyor kitapların önünde yular kırıyordum. Çokluk da onları raflardan çekerek saatlerce sayfalarını karıştırıyordum. Artık ben de belleğim de öyle bir duruma gelmiştik ki evdeki kitaplarla dükkândakileri birbirine karıştırıyorduk.
Her yazarın, her ressamın, her müzikçinin yaşamında birtakım dönemler vardır. Topunuz bilirsiniz ki Picasso'nun Mavi
Dönemi, Pembe Dönemi, Gerçeküstücü Dönemi, Klasik Dönemi, Pompei Kırmızısı Dönemi. Yaşamına Karışan Kadın Adları Dönemi ve de çözümsel, yapay, rokoko, yuvarlak kübizm dönemleri vardır.
Ben elbet Picasso'yla boy ölçüşecek biri değildim.
Gelin görün ki, benim de Resim Dönemim, Sinema Dönemim, Polis Romanları Dönemim, Tiyatro Dönemim, Caz Dönemim vardı. Yazarlığımın yanı sıra, zaman zaman, bu ilgi alanlarına
karşı içimde yeşil ışıklar yanmıştı. Kitaplarımın çalındığı yıl ise
Resim Dönemim sona ermiş Tiyatro Dönemim başlamıştı. Ne ki, eski bir dönemin anısı olan kitaplardan uzak düşmek bana yine de dokunuyordu.
1888 Ağustosunda Arles'dan kardeşi Theo' ya yazdığı bir mektupta şöyle der (VanGogh):
"Bir arkadaşımın yağlıboya portresini yapıyorum. Başlangıçta onu, olduğu gibi, görünümüne elden geldiğince bağlı kalarak boyadım. Ama tablo daha bitmedi. Bitirmek için renkleri keyfimce kullanmalıyım. Saçlarının sarılığını abartmalı. Turuncu tonlardan, krom sarısından, turnagözünden de uzak durmalı. Arka plana gelince, odanın külüstür duvarı yerine sonsuzluğu
yerleştireceğim. Yani en zengin, en yoğun maviden oluşmuş dümdüz bir arka plan. Böylece koyu mavi bir düzey önünde ışıl
ışıl parlayan baş birden büyülü bir havaya bürünecek. Masmavi gökyüzünün derinliğinden çıkmış bir yıldız gibi. Resmini yaptığım adamı Güney'in tam kalbinde, orak zamanının o korkunç
sıcağında gözümün önüne getiriyorum."
Sokakları fellek fellek fıştıklamaktan, insanlarla konuşmak ve söyleşmekten yorgun düşünce ya da içimde bir şeyler ufalanmaya, kararmaya başlayınca, aladışappak Sicil-i Osmani'yi açar,
Mehmet Süreyya'nın şişe dizdiği gizli yaşamlara, nihanhanelere (gizli odalara), gölgede ve geçmişte kalmış kişilerin huylarına ve huslarına uzanırım.
"Flora dünya yakışığı bir kadındı. Gözlerinde doğunun sıcaklığı vardı. Bir inancın doğurduğu canlılık ve ateş bu güzelliğe tuhaf bir şeyler katmıştı. İşçilerin ortalık yerinde ufacık, tefecik
kalıyordu ama içini tutuşturan o nar pekmeziyle, coşkulu konuşması onu koskoca bir dev gibi gösteriyordu."