Bir müddetten beri bende garip ve müziç bir ihtiyaç doğmuştur: Kendi kendimi müşahede altına almak! Kendimi olduğum gibi görmek ve gördüğüm gibi meydana koymak!
"Sen yaşıyorsun zannediyorsun değil mi? Hayır, aldanıyorsun! Benliklerini feda edenler hakiki yaşamak ne olduğunu bilmeyenlerdir. Senin yaşaman bir ağacın, bir ineğin, bir kırlangıcın yaşaması kabilinden bir şeydir. Başka şey değildir. Aldanma!"
Ruhum daimi bir telaş, bir ihtiyaç, bir teşevvüş halinde puyandı. Elem, keder, ıstırap benim talihimdi. Hele hepsinden ağırı, hepsinden işkencelisi ruhumun kendi kendisiyle tezadıydı.
“Insan yasamak için dünyaya gelmez mi? O halde
ölüm yaşamaktan nasil iyi olur?"
"Evet, insan yasamak için dünyaya gelir. Fakat hissiz
yaşamanin manasi var midir?"
"Hissiz yasanmaz ki."
"Ben de onu söylüyorum. Mademki his yoktur,
ölüm daha iyidir. Bizde ise his yoktur."
"Bizde nasil his yoktur?"
"Evet, bizde his ölmüstür. Güzellikten zevk alamiyo-
ruz, fenaliklara karsi nefret duyamiyoruz, birbirimize karsi muhabbet, sevkat, merhamet beslemiyoruz. Kalplerimiz birbirine yaklasamiyor.”